Haberin Kapısı

Kendini Bilmek

İSLAM VE KÜLTÜR

Kendini ve Haddini Bilmek

• Bilgisizlik, yani Allah'ın bizimle beraber olduğunu bilmemek, onun zindanıdır. Bu hali, bu ihsanı bilmek, hissetmek de O'nun bağı bahçesi, köşkü, sarayıdır. [1]

• Akıl kendisine beliren şuur ve zeka eserini, rûhun kendisi sanır. Ama güneşin ışığı, güneşin kendisinden iyiden iyiye uzaktır. [2]

• Sen hangi makama, hangi mertebeye geldinse; “İşte ben buyum, işte ben aradığımı buldum.” diyorsun. Ama Allâh’a yemin ederim ki, sen kendini bilemiyorsun. Sen kendin sandığın gibi değilsin, kendini bulamadın.

• Bir zaman için, halktan ayrılsan, yalnız kalsan, kendini bulmak için in­sanlardan ayrı yaşasan, boğazına kadar gam ve kedere, endişeye batarsın. [3]

• Halktan ayrıldığın için acı duyan sen misin? Bu nasıl olur da, sen ola­bilir? Aslında sen eşi olmayan, o tek varlıksın, sen kendinin güzelisin? Ve kendinin sarhoşusun. [4]

• Sen kendinin kuşu, kendinin avı, kendinin tuzağı, kendinin sadrı, ken­dinin döşemesi, kendinin damısın. [5]

• Cevher, kendi kendine, kendi başına var olan şeydir. Cevherle var olan ve onun furû’u bulunan da a’razdır. [6]

• Sen Ademoğlu isen, onun gibi otur, ne olduğunu bilerek yerine kurul ve bütün soyunu sopunu kendinde gör. Yâni senden şu anda ve gele­cekte meydana gelecek halleri gör. îyi ve kötü işleri, eserleri düşün.

• Su küpünde ne vardır ki nehirde olmasın, evde ne vardır ki şehirde bulunmasın?

• Bu dünya küp gibidir. Gönül ise sanki derenin suyu. Bu dünya, aynı zamanda bir odaya benzer. Gönül ise, şaşılacak şeylerle dolu bir şehir­dir.

• Cenab-ı Hakk; “Ey insanlar, ey asil varlıklar, sürgün edildiğiniz bu dünyada çok ızdırap çektiniz, çeşit çeşit musibetlerle karşılaştınız, çok ga­rip kaldınız, artık benim kudretimi, değerimi bilin; kederlerle, acılarla, belalarla dolu o fanî cihanı terk edin, bana gelin!” diye buyurur. [7]

• Şunu iyi bil ki, arifin gözü, iki âlemde de insana eman verir! Herkes, en güçlü padişahlar bile onun yardımına muhtaçtır, ondan yardım gö­rürler! Yani; Hakk’ın tecellîsine mazhar olmuş, Hakk’da kendini bulmuş olan arifin gözü, artık onun kendi gözü değildir!

• Gözü padişahtan hiç ayrılmayan, başkasına bakmayan, yanılmayan Hz. Muhammed, bu yüzden her yüreği yanana, her dertliye şefaatçi ol­du.[8]

• Dünya bağını kopar, maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da, hür ol [9], ey oğul ne zamana kadar altının, gümüşün esiri olacaksın?

• Sevgilimin inayeti, lûtfu, ihsanı, nûru beni aydınlatmasa, bana yol gös­termese, ben nerden geldiğimi, nereye gideceğimi nasıl anlıyabilirim?

• Aşk, bu sözün, bu gerçeğin söylenmesini, açığa vurulmasını ister, fakat can aynası gammaz olmasın da ne yapsın? Gerçeği nasıl göstersin? [10]

• Rûh, üzümde şarabı görmüştür. Rûh, yoklukta varlığı görmüştür. [11]

• Eğer padişah seninle beraber yere oturur, yani merhametinin üstünlüğünden senin mertebene tenezzül ederek duanı dinlerse, o tenez­zülü kendi kabiliyetinden değil, Hakk'ın lutf ve kereminden bil kendini ve mertebeni tanı; küstahlığa kalkışma; edep ve terbiye gözet."

• Ey sıfatları ilahî bilginin güneşi olan ârif! Göklerdeki güneşin bir sıfatı var; ısıtır, aydınlatır ama, sen öyle değilsin.

• Sen bazen güneş, bazen deniz, bazen kaf dağı, bazen de zümrüd-i ankâ olursun.[12]

• Ey vehimlerden uzak, ey ileriden ileri olan insan-ı kamil! Sen kendi zatında ne "o"sun, ne de "bu"sun; yani söylediklerimden hiç biri değil, onlardan da çok yüksek bir varlıksın.

• Rûh bilgi ile, akıl ile dosttur. Onun beden denilen gölge varlıkla ne ilgisi vardır? O gölge varlık, ister Arab olmuş, ister Türk olmuş ne önemi var?

• Ey bu kadar suret ve şekil ile, şekle ve sürete sığmayan Rabb'im! Ak­lınca, sana şekil veren "müsebbibe" (=benzeten) de, şekilden berî olduğuna inanan "müvahhid"in (=birleyen, Allah'ın bir ve tek olduğuna ina­nan) da, seni anlamak hususunda başı dönmüş, şaşırıp kalmıştır. [13]

----------------------------------

[1] Velîler indinde ilm (=bilgi) bugün bizim anladığımız gibi, çeşitli dallarda, konu­larda bir şeyler bilmekten ziyade, bize Hakk'tan haber veren, bizi Hakk'a götüren ilim, ilim sayılmaktadır. Bu sebepledir ki, Hz. Yunus Emre: "llim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir Sen, kendini bilmezsen ya nice okumaktır Okumaktan mânâ ne kişi Hakk'ı bilmektir Çün okudun, bilmezsin ha bir kuru emektir." diye buyurmuştur. Dolayısıyla Yunus da, Mevlâna gibi kendinde bulunanı bilmek için ilim peşinde koşmamızı haber vermektedir.

Aslında bugün liselerde, üniversitelerde, bilhassa tıp fakültelerinde verilen bilgiler astronomi, biyoloji, fizik, kimya, anatomi okuyanları düşündürmekte; vicdanı ve insafı olanları Hakk'tan, hakîkatten haberdar etmektedir. Ne yazık ki; o bilgileri öğrenenlerin bir kısmının tabiat sözcüğü ile gözleri perdelendiği, kulakları sağır­laştığı için, Allah'ın kudretini, san'atını, büyüklüğünü, yaratma gücünü görememek­tedirler.

[2]Güneşin bir maddî varlığı vardır. Bir de onun etrafına yaydığı ışığı vardır. Fakat as­lında, ikisi de onun değildir. Yüz yıllardan beri ışık saçan güneşin kalbine bu bit­mez, tükenmez ateşi, bu akıl almaz enerjiyi kim koydu? insandaki aklın da düşünmesine ve idrakine, rûh sebeptir, idrak ve şuur halinde kendini gösteren duyguların kaynağı da Hakk’ın nefh ettiği rûhtur. Eğer şuur ve idrakin tesiri yalnız rûhtan ol­saydı, dünyada deli bulunmaması gerekirdi. Çünkü delilerin de rûhları vardır, ama id­rakleri, akılları yoktur. Peygamber efendimiz bir hadîslerinde; “Kendini bilen Allâh’ı bilir.” diye buyurdu, insanın kendini bilmesi, kendinde bulunanı bilmesi, idrak etmesidir. Nitekim Mevlânâ hayranlarından büyük mütefekkir şair Lahorlu İkbâl hazretleri:

“Hakk’ı inkâr edene hoca ‘kâfir’ der, ben kendini inkâr edene kâfirin kâfiri derim.” diye yazmıştır. 3586 numarada yukarıda geçen beyitte da rûhun Hz. Nûh’u tasdîk et­tiği yazılmıştı. Yâni kendinde bulunanı Nûh (a.s.) tanıdı, onu peygamber olduğu için arındırdı. Sonra kendisine uyanları irşat vasıtasıyle, hadiselerin, ızdırapların tûfanından, nefsanî dalgalardan, şeytanî vesveselerden kurtardı. Ey Hakk âşıkı, sen de sana uyanları öyle kurtar. Ama, sende Nûh’un vasıfları olmazsa, rûhun sana inanmazsa ne hakla gönül ehline yol gösterebilirsin? O zaman deniz nerede, gemi ne­rede, Nûh tufanı nerede?

[3] İnsanlarla beraber yaşamanın zorlukları yanında, herkesten uzak inziva hayatı da kolay değildir. Onun için Yahya Kemâl merhum;

“Ülfet belalı şey, fakat uzlet sıkıntılı,

Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş-on yılı.”

diye yazmıştı. Ama Hakk âşıkları yalnızlıktan hoşlanırlar. Çünkü uzlet Hakk âşıklarına vatan, dünya âşıklarına gurbettir.

[4] Aynaya baktığın zaman, aynada gördüğün sen misin? Hayır, aynada gördüğün se­nin sûretin, dış yüzündür. Sen aynada gördüğün sûretin ötesindesin. Hz. Mevlânâ Dîvan-ı Kebîr’inde der ki:

“Aynaya bak, kendini gör, gördüğün sen misin? Söyle bakalım, senin ötende kim var?” Senin gerçek varlığını sana gösterecek ayna, kâmil insandır. Ey zavallı, halk­tan, insanlardan ayrı düştüğün için üzülen, sıkılan senin sûretindir. Senin gerçek varlığın yalnız değildir ki. Bu hususta Mevlânâ’mız ne buyurmuş:

“Burada gizli birisi var, kendini yalnız sanma.” Gerçekten de sende hakîkat-i insâniye denilen bir iç vardır ki, o, ilâhî zat ve sıfatın mazharıdır. Tek olan o hakîkat, yabancılardan hoşlanmaz, zevk almaz. Ondaki mânevî zevk ve lezzet kendisinin hoşluğundan, kendinde bulunan güzelliğindendir. Çünkü kendinde bulunan odur. İlâhî nefhâdır.

Mevlânâ bir rubaîsinin ikinci beytinde şöyle buyuruyor:

“Bu perdenin arkasında ne kadar güzellikler var? Benim gerçek varlığım da oradadır. Ey akılları ermez kişiler, ben, kendi kendime âşık olmak istiyorum.”

[5] ‘Sen öğrenmek istediğin konuyu, akıl tuzağında avlar, hafıza kuvveti ve belleme gücü ile onu bağlarsın. Hakîkat-i insâniye itibarıyla kendinin sadrı, şerefli yeri, nefsanî yönünle döşemesisin; rûhuna ve aklına göre kendinin damısın. Herşey senin bedeninde mevcuttur. Kendini bil ve hakîkatini anla, gerçekten de senin başkalarına muhtaç bulunmayan bir cevher olduğunu idrak et. Şeyh Galip hazretleri: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.” diye yazmıştı.

[6] Bu cevher ve a’râzı anlamak için, bir iki misal verelim: Cisimler cevherdir. Onların rengi ve kokusu gibi var olan furûları a’razdır. Gül cevherdir. Rengi, kokusu a’razdır.

[7] Bu beyitte, Necm Sûresi ’nin şu mealdeki 17. ayetine işaret vardır: “(Hz. Muhammed’in) gözü ne kaydı, ne yanıldı!” Yani; Hakk’tan başka hiç bir şey görmedi.

[8] Kur’an-ı Kerîm’in bir çok yerinde (Teâlev ) “Geliniz!” diye geçen bu emirler, kulun Hakk’a varması, O’nunla haşa bir olması, O’nunla buluşması manasını taşımaz. “Her nerede bulunursanız bulunun, Allâh sizinle beraberdir.” ayetinin haber verdiği gibi, O’nun hitabına mazhar olmuş insan denilen âciz varlığın gönlünde, O yok mu­dur? O’na gelmek, haşa O’nunla buluşmak değildir. Hak yoluna girmek, O’nun ma­nevî varlığında kendini bulmaktır. O’na ne yüzle gideceğiz? Neler götüreceğiz? İnsan yalnız namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek Allâh’ın sevgisini kazan­maz. Bir insanın kurtuluşu yaptığı ibadetlerle de olmaz, ibadeti yanlış anlıyoruz. Kulluk manasına gelen ibadeti yapmış olmak için, insanlara yararlı olmak, muhtaç­ların yardımına koşmak gerekmektedir. Çünkü büyük Peygamber Efendimiz; “İnsanların en hayırlısı insanlara hayırlı olandır.” diye buyurdu. “Gelin!” ilahî davetine katılmak için benliği, şöhreti, kibri, şehveti, kini yok etmek gerekmektedir. Hz. Mevlana “Geliniz!” hitabından ilham alarak bir şiirinde şöyle buyurur: “Bütün kâinatın ve varlıkların yaratıcısından, O celâl ve cemal sahibi Allâh’tan, ruha çok tatlı bir hitabla ‘Gel’ denilince ruh nasıl olur da kanatlanıp uçmaz? Berrak bir deniz­den ayrılmış, kurak bir yere düşmüş bir balığın kulağına dalga sesleri gelirse, balık nasıl olur da hemen sıçrayıp asıl yurdu olan denize atılmaz?” Dîvanı Kebîr, c. III, 1353.

[9] Bizler, hür gibi görünen esirleriz. İsteklerimizin, ihtiraslarımızın esiriyiz. Bu dün­yada da, öteki dünyada da zevk peşinde koşmamak, ibâdeti cennet için yapmamak, maddî arzulardan, hiddet, şöhret, şehvet tesirinden kurtulmak, mala, mülke kul ol­mamakla insan hür olabilir.

[10] Hak âşıkı, hem kendi gönlünde, hem de baktığı her yerde, her şeyde, Allah'ın kudre­tini, büyüklüğünü, yaratma gücünü görür, hisseder. Ona hayran olur. Etrafını saran çoklukta vahdetin, birliğin güzelliğini müşâhede eder. Günahlardan arınmış, beşerî kirliliklerden temizlenmiş can aynası, Allah'ın lutfu ile içine akseden hakîkatleri sak­lıyamaz, açığa vurur, gösterir, yani gammazlık eder. Bu hakîkatler, Hakk'ın güzelliğine karşı duyulan hayranlıktır. Dolayısıyla Hakk'a karşı duyulan aşktır. Hak âşıkı, bu dünyada gördüğü güzellerde görünen fizikî güzelli­ğin değil, gördüğü güzellerde tecellî eden ilâhî güzelliğin âşıkıdır. Çünkü, maddî gü­zeller, gelip geçici bir aynadır. O aynalar ve tecellî eden güzellikler ise sonsuzdur. Âşık kendi varlığından, benliğinden azad olursa, yalnız güzellerde değil, kendinde de onu bulur; "Ben, ben değilim, ben dediğim sensin hep, canım dediğim, ten dediğim sensin hep" der.

[11] İnsan-ı Kamil, Cenab-ı Hakk'ın, birbirine zıt isimlerinin mazharı olduğu için, ba­zen güneş gibi etrafa mânevî nûrlar saçar, halkı uyandırır. Bazen, ilahî aşk ile deniz­ler gibi coşar. Bazen, Kaf dağı gibi yücelir, dünyayı kaplar. Bazen de zümrüd ü anka gibi var mı, yok mu, denecek kadar yokluk içindedir.

[12] Kâmil insanın mânevî gücü, onun cihanı kaplayan rûhu, kudreti; bütün gizli şeyle­rin vasıflarını, kabiliyetlerini, ilerde onların alacakları şekli, hali, durumu bugün­den görür ve bilir. "Cüz", insan-ı kamil, benliğinden kurtulup, küllde kendini kaybedince, küllün sıfatlarına bürünür. Bu yüzden her şeyi görebilir, ilerde olacakları da sezer.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.