Haberin Kapısı

Saygı ve Hürmet Adabı

İSLAM VE KÜLTÜR

Birlikte yaşamak zorunda olan fertlerin birbirlerinin haklarına riayet etmesi, karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde hayatlarına devam ettirmeleri gerekir.

Aynı toplumda yaşayan insanların, gerek sahip oldukları maddi ve manevi imkanlar açısından, gerekse cinsiyet itibariyle farklılık arzettikleri malumdur. Ancak söz konusu farklılıklar onların insan olma ortak paydasında buluşmalarına mani değildir. Yani birlikte yaşamak zorunda olan fertlerin birbirlerinin haklarına riayet etmesi, karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde hayatlarına devam ettirmesi, insan olmalarının bir gereğidir. Dinimizin bu husustaki öğretileri ise meseleyi çok daha ciddi kılmaktadır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki, “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı duymayan bizden değildir.[1] Bir başka rivayette aynı hadisin son kısmı “büyüklerimizin (büyüklük) şerefini tanımayan[2]büyüklerin hakkını tanımayan” şeklindedir.[3]

“Küçük-büyük tanımayanlar bizden değildir” diye de tercüme edilmesi mümkün olabilecek hadisimiz, “küçüğe sevgi, büyüge saygı” göstermek gerektiğini, bunun müslümanların temel ahlâkî niteliği olduğunu ortaya koymaktadır. Bir toplumun devamı ve bekasında sevgi ve saygı gibi iki temel olgunun hayati bir önem taşıdığı inkar edilemez. Nitekim hadis-i şerifin muhtevası da bunu hedeflemektedir. Ancak konumuzla doğrudan alakalı olması bakımından saygı ve hurmet denilince, öncelikle küçüğün büyüğe yönelik tasarrufu akla gelmektedir. Dolayısıyla burada bilhassa mezkür hadisin ikinci kısmının altını çizmek gerekir. O da şudur: “büyüklerimize saygı duymayan” “büyüklerin şerefini korumayan”, “büyüklerin hakkını gözetmeyen” hakiki ve kamil bir müslüman olamaz.

Büyüklere saygı ve hürmete çağıran bir başka hadisi şerifte ise Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır.

“Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.”[4]

Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Yine bugün genç olan da Allah ömür verdiği taktirde yarın yaşlanacaktır. Toplumda nesiller boyu bir saygı geleneğinin yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır. Peygamberimiz mezkür hadiste yaşlı kullara hürmet edenlere, Hak Teâlâ’nın yaşlılıklarında kendilerine hizmet edecek kimseler lutfetmek suretiyle ikramda bulunacağını bildirmektedir. Bunun anlamı, yaşlılara saygı gösteren gençlerin bu hareketinin karşılıksız kalmayacağıdır. Zira saygı beklenmez, kazanılır. Ayrıca hadisi yorumlayan bazı âlimler, yaşlı kişilere saygı gösterenlerin uzun ömürlü olacaklarına da hadiste işaret edildiğini söylemişlerdir.[5]

O halde her müslümanın kendisinden yaşça büyük olanları dikkate alması, onlara gerekli saygıyı göstermesi ve yapabileceği hizmeti sunması gerekmektedir. Böyle yapılırsa toplum kesimleri arasındaki sevgi-saygı bağları pekiştirilmiş olur. Nesiller mutlu ve sıcak bir ilgi ortamında hayatlarını sündürürler.

Saygı âdâbıyla ilgili bazı örnekler verecek olursak, herhangi bir ikramda sağ taraf gözetilmek suretiyle büyükten başlanmalı veya aynı mecliste büyüklerin konuşması gerekli hususlarda küçükler öne çıkmamalıdır. Fahr-i Kâinât sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki “Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Derken beni, biri diğerinden daha yaşlı iki adam çekiverdi. Ben misvakı küçüğüne vermek istedim.” Ancak bana:

“Büyüğe ver denildi. Ben de büyüğe verdim.[6]

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem su veya süt gibi bir şey içtiği zaman, hepsini içmez bir miktar bırakır, onu da sağ tarafında bulunana ikram ederdi. Sağ yanındaki yaşça küçük biri ise, ondan izin almak suretiyle sol yanındakilere ikram ederdi. Onun sünneti böyle idi. Burada, muhtemelen bu iki kişi aynı tarafta olmaları sebebiyle Hz. Peygamber kendisine en yakın olana misvakı uzatmış, ancak Cebrâil tarafından uyarılarak, misvakı yaşça büyük olana vermesi istenmiştir. Olayın rüyada cereyân etmesi ise hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü peygamberlerin rüyası gerçektir.

Sehl b Ebû Hasme el-Ensârî radıyallahu anh anlatıyor: “Abdullah b. Sehl ve Muhayyısa b. Mes’ûd, sulh günlerinde Hayber’e gitmişlerdi. İşlerini görmek için birbirlerinden ayrıldılar. Neticede Muhayyısa, buluşma yerine geldiğinde Abdullah b. Sehl’i kanlar içinde can çekişirken buldu. Onu defnetti ve sonra Medine’ye döndü. Abdullah’ın kardeşi Abdurrahman b. Sehl durumu öğrenince yanına Mes’ûd’un oğulları Muhayyısa ve Huvayyısa’yı da alarak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gitti. Oradakilerin yaşça en küçüğü olan Abdurrahman, olayı anlatmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

“Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurdu. Sonuçta Abdurrahman sustu, olayı ötekiler anlattı.”[7]

Görüldüğü gibi burada yaş bakımından en küçükleri olmasına rağmen  maktulün kardeşi Abdurrahman, olayı anlatmak üzere söze başlamış, ancak Hz. Peygamber, büyüklerin hakkını gözetmek gerektiğine dikkat çekmiş ve “Sözü büyüklerine bırak” buyurmuştur. Olayın, konumuzu ilgilendiren noktası da burasıdır.

Saygı ve hurmet göseterilecekler arasında büyükler yanında, ilmiyle amil Kur’an hafızları ve adil hükümdarlar da bulunmaktadır. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulur:

“Saçı-sakalı ağarmış müslümana, okuyuşunda aşırı gitmeyip, ahkâmıyla amel etmekten kaçınmayan Kur’an hâfızına ve âdil hükümdara saygı göstermek, Allah Teâlâ’ya duyulan saygı ve ta’zimden ileri gelir.[8]

Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, Uhud Gazvesi’nde şehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde toplattı ve sonra:

“Bunların hangisi daha çok Kur’an bilirdi?” diye sordu.

Neticede şehidlerden hangisi gösterilidiyse, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem önce onu kıbleden yana koydu.[9]

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu tavsiye ve uygulamasıyla bilhassa Kur’an bilgisine sahip olana saygının, sadece yaşarken değil, ölümden sonra da geçerli ve gerekli olduğuna dikkat çekmiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?[10] buyrulmak suretiyle genel anlamda ulemanın saygınlığına da vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla bilenlere mevki ve rütbelerine göre saygı gösterilmeli ve toplumda bilginin ve bilen insanların saygınlığı korunmalıdır. Aslında “bilen kişi” gerektiği şekilde itibar görmese bile pek bir şey kaybetmez. Zira “ilim” bizâtihi bir değerdir. Ancak değerin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemezler. Bu nankörlüklerini pahalıya öderler. Ne var ki İslâm toplumu değere saygı toplumudur. Herkese lâyık olduğu mevki ve yeri verir. Bilen ile bilmeyeni asla bir tutmaz. Bu sebeple hakiki müslümanlar katında her bilgi sahibinin bir saygınlığı vardır.

Ayrıca şunuda burada açıklamak zarûridir. “bilenler”, ilim sahibi olup bilgileriyle amel edenler, yani ilimlerini yaşayanlardır. İlmiyle amil olmayıp, ondan yararlanmayanlar ise, “bilmeyenler, câhiller” gibidirler. O halde toplum içinde görecekleri itibar ve muamele de ona göre olacaktır.

Hasılı yaratılış itibariyle bütün insanlar eşit seviyede bulunmakla birlikte, toplum içindeki saygınlıkları farklılık arzetmektedir. Yani bir âlime câhil gibi, bir büyüğe küçük gibi, bir yöneticiye sade vatandaş gibi davranmak büyük bir muvazenesizliktir. Zira her insan toplumdaki yer ve mevkiine uygun şekilde muamele görmek ister. Bu onun tabiî hakkıdır. Böylesi bir tavır, ayırımcılık ve iltimas değil, insanları seviyelerine göre değerlendirmektir. Meymûn b. Ebû Şebîb rahimehullah der ki,

Birgün Hz. Âişe’ye bir dilenci geldi. Aişe radıyallahu anhâ ona bir parça ekmek verdi. Kılığı kıyâfeti düzgün bir başka adam geldi. Onu da sofraya oturtarak yemek ikram etti. Bu farklı davranışının sebebini soranlara Âişe şöyle cevap verdi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muamele ediniz” buyurmuştur.[11]

Bütün bunlarla birlikte saygıda İslam’ın öngörmediği aşırılıklardan kaçınılmalıdır. Mesela Hire’de halkın başkomutanlarına secde ettiklerini gören Kays b. Sa‘d, Resûlullah’a durumu anlatarak, bir Peygamber olarak  kendisinin secde edilmeye, yani hürmet ve tazime daha layık olduğunu söylemiş, Allah Resûlü ise şu karşılığı vermiştir:

-“Böyle yapmayınız. Eğer ben bir kimsenin bir başkasına secde etmesini emredecek olsaydım, Allah’ın kocalar için kadınlar üzerinde koyduğu haktan dolayı, kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim.[12]

Bu ifadeden secdenin yalnızca Allah’a yapılabileceği, tazim için de olsa yaratılmışlara secde etmenin saygıda aşırılık anlamına geleceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Yine kişinin karşılaştığı kardeşi veya arkadaşı önünde eğilip eğilmeyeceğini soran bir kimseye Resûl-i Ekerem sallallahu aleyhi ve sellem “Hayır eğilemez” cevabını vererek söz konusu davrınışı tasvip etmemiştir.[13] Zira bir kulluk ifadesi olan ruku vaziyetinin yaratılmışlar için alınmasını, saygıda ifrattan başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.

Diğer taraftan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ashabının kendisi için ayağa kalkmalarını müsade etmemiştir. Ebû Ümâme radiyallahu anh anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir bastona dayanmış olduğu halde yanımıza geldi. Biz de onu görünce ayağa kalktık. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem,

 “Fârîsilerin ulularına yaptıkları gibi yapmayın” buyurdu.[14] Bir başka rivayet ise, “Birbirlerine ta‘zimde bulunan acemler gibi yapmayın” mealindedir.[15] Bir diğer hadis-i şerifte söz konusu durum daha kesin bir dille şöyle ifade edilmektedir: “Kendisi için ayağa kalkılmasını isteyen kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.[16]

Ancak Fahr-i Kâinât sallallahu aleyhi ve sellem’in, Kızı Fatıma[17] ve azadlısı Zeyd b. Hârise gibi bazı sahabîleri karşılarken ayağa kalktığı görülür.[18] Yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hakemlik vazifesiyle görevlendirdiği Sa‘d b. Muaz hakkında Ensar’a hitaben, “Efendiniz  (veya en hayırlınız) için ayağa kalkınız” buyurmuştur.[19]

Birbirine muhalif gözüken yukardaki iki grup rivayetleri değerlendiren alimler, bilhassa ilim, ahlak ve fazilet sahibi kimselerle birlikte toplumun faydası için çalışan makam ve mansıp sahibi zevata, gösteriş ve tazim niyetiyle değil de hurmet ve muhabbet izhar etme düşüncesiyle ayağa kalkmanın caiz olduğunu belirtmişlerdir.[20]

Öte yandan saygı ve hürmet addederek söylenen bir takım aşırı övgü ifadelerinden uzak durmak gerekir. Zira yerinde ve kararında yapılan medihler bir tarafa, gerçeklik payı bulunmayan yersiz övgülerin yanıltıcı ve güven zedeleyici bir tavır olduğu ortadadır. Nitekim huzurunda bir şahsı aşırı şekilde öven kimseye Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,

“Yazıklar olsun sana! arkadaşının boynunu vurdun” demiş ve bu sözü üç kez tekrarladıktan sonra şu uyarıda bulunmuştur: “Şayet biriniz bir kimseyi illa da methedecekse, ‘öyle sanırım ki, o şöyle şöyle iyidir desin.’ Bu sözünü methettiği şahsın o sıfatlarla muttasıf olduğunu bilerek söylesin. (İç yüzünü ise) Allah (bilir ve ameline göre) muhasebe eder. Binaenaleyh herhangi biriniz Allah’ı şahid tutarak hiç bir kimseyi tezkiye ve methetmesin.[21]

Bir başka rivayette de, “Birbirinizi (ölçüsüz bir şekilde) methetmeyin. Zira bu durum (methedileni) boğazlamak (gibi) dir” buyrulmuştur.[22]

Dalkavukça yapılan methin çoğu kez methedeni yalan söylemeye, medehedileni de kibir ve grura sevkettiği malumdur. Yalan, kibir ve grur gibi kötü vasıfların insanı manen ve maddeten zaafa uğratığı ortadadır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem aşırı derecede methedenlerin yüzüne toprak saçılmasını yani bundan menfaat umanların beklentilerinin boşa çıkarılmasını, övgülerine itibar edilmemesini ifade etmiştir.[23] Hatta o, kendisini ölçüsüz bir şekilde övmemeleri için ashabı kiramı oldukça manidar bir şekilde uyarmıştır. Enes b. Mâlik radiyallahu anh anlatıyor: “Bir adam Rasulüllah’ın yanına geldi ve ‘Ey Efendimiz, Ey Efendimizin oğlu, Ey en hayırlımız, Ey en hayırlımızın oğlu’ diye ona övgüde bulundu. Bunun üzerine Rasulüllah, “Ey İnsanlar Allah’tan korkunuz. Şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve Resulüyüm. Yemin olsun ki, beni Allah’ın bana verdiği makamın üzerine çıkarmanızı da istemiyorum.[24]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu husustaki bir başka uyarıları ise şöyledir: “Hıristıyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi beni övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. O halde bana Allah’ın kulu ve elçisi deyin.[25]

Görüldüğü üzere Nebiyyi Ekerem sallallahu aleyhi ve sellem, sadece gerçek vasıflarının dile getirilmesini istemiş, yüce zatı hakkında yapılacak uygun olmayan abartılı övgülerden de sakındırmıştır. Zira vaktiyle Hıristiyanlar, peygamberleri Hz. İsâ’ya uluhiyyet isnadında bulunmuşlar ve onu Allah’ın oğlu olarak telakki ederek aşırılığa düşmüşlerdi.[26]

Dolayısıyla saygılı ve hürmetkar olmak, ifrat ya da tefrit sayılabilecek davranışlardan kaçınmakla yani itidale ulaşmakla mümkündür ki bu da sünnetin tesbit ve ilan ettiği bir yoldur.

 

[1]     Tirmizî, Birr, 15.

[2]     Tirmizî, Birr, 15.

[3]     Ebû Dâvûd, Edeb, 58.

[4]     Tirmizî, Birr, 75.

[5]     Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, VI, 167, 168.

[6]     Müslim, Rü’yâ, 19, Zühd, 70.

[7]     Buhârî, Cizye, 12; Müslim, Kasâme, 2

[8]     Ebû Dâvûd, Edeb, 20.

[9]     Buhâri, Cenâiz, 73, 76, Meğâzî, 26.

[10]   Zümer (39), 9.

[11]   Ebû Dâvûd, Edeb, 20.

[12]   Ebû Dâvûd, Nikâh, 40; Dârimî, Salât, 159.

[13]   Tirmizî, İsti’zân, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 198.

[14]   İbn Mâce, Duâ, 2.

[15]   Ebû Dâvûd, Edeb, 152.

[16]   Ebû Dâvûd, Edeb, 152.

[17]   Ebû Dâvûd, Edeb, 143; Tirmizî, Menâkıb, 60.

[18]   Tirmizî, İsti’zân, 32.

[19]   Buhârî, Meğâzî, 30; Müslim, Cihâd, 64.

[20]   İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 49, vd.; Azîmâbâdî, Avnu’l-ma‘bûd, XIV, 84.

[21]   Buhârî, Edeb, 54; Benzer rivayet için bk. Müslim, Zühd, 65; Ahmed b. Hanbel, V, 41, 46.

[22]   İbn Mâce, Edeb, 36; Ahmed b. Hanbel, IV, 92, 93.

[23]   Hadis için bk. Müslim, Zühd, 68, 69; Tirmizî, Zühd, 55.

[24]   Ahmed b. Hanbel, III, 153.

[25]   Buhârî, Enbiyâ, 48; Ahmed b. Hanbel, I, 23, 24, 55.

[26]   Bk. Nisâ (4), 171, Mâide (5), 72-77.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.