Haberin Kapısı
2022-03-18 12:08:11

Çanakkale Zaferi ölümü öldürenlerin zaferidir

Sabri Gültekin

halilsivasi@yahoo.com 18 Mart 2022, 12:08

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin en kanlı ve trajik olaylara maruz kaldığı cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’ydi. Gelibolu Yarımadası’nda havadan, karadan ve denizden yapılan düşman saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” diyerek toprağa düşen şühedânın destansı mücadelesinin üzerinden 107 yıl geçti.

107 yıl önce Cihan Devleti Osmanlı’yı 7 cephede parçalayan sırtlanlar sürüsü bugün Türkiye’yi yine içerden ve dışardan abluka altına almaya çalışıyor. Bu kuşatmayı yarmak için Mavi Vatan’da, Libya’da, Irak’ta, Suriye’de sınır boylarında bekâ mücadelesi veren Türkiye Mehmetçikleriyle destan yazıyor.

Küffara karşı Çanakkale’yi geçilmez kılarak ölümü öldüren 15’lilerin, Bigalı Mehmet Çavuşların, Havranlı Seyit Onbaşıların, Niğdeli Alilerin, Mücahide Hatice Hanımların, 57’nci Alaylıların torunları, dedelerinin ruhunu şâd etmek için gece gündüz demeden çalıştı. Ulaşımda İstanbul Havalimanı, Yüksek Hızlı Tren Demiryolları, Marmaray, Avrasya Tüneli, Yavuz Sultan Selim ve Osmangazi Köprüsü, İzmir-İstanbul Otoyolu gibi millî ve yerli mega projelerin yanına bir yenisini daha ekledi. Asya ve Avrupa’yı bir kez daha birbirine bağlamakla kalmayıp, 1915 Çanakkale Köprüsü’nü boğaza şühedânın künyesi gibi taktı.

Bugün Türkiye’nin kalbi Çanakkale’de atacak. 4,5 yıl gibi kısa bir sürede bitirilen ve asrın en önemli projeleri arasındaki yerini alan dünyanın en nitelikli ve teknolojik “simgelerin köprüsü” 1915 Çanakkale Köprüsü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın riyasetinde bağımsızlık mührü olarak hizmete açılacak. Bize bu vatanı emanet eden şehidlerin ruhu yâd edilerek, “Çanakkale Ruhu” bu topraklarda ilelebet payidar kılınacak.

***

107 yıl önce Çanakkale Cephesi’nde yaşanan ibretlik tabloya bir kez daha bakalım...

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin en kanlı ve trajik olaylara maruz kaldığı cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’ydi. Gelibolu Yarımadası’nda havadan, karadan ve denizden yapılan düşman saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” diyerek toprağa düşen şühedânın destansı mücadelesinin üzerinden 107 yıl geçmesine rağmen hâlâ tazeliğini koruyor.

*

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Balkan devletleriyle Osmanlı hükümetlerinin ilişkileri 1912’nin Eylül’ünden itibaren kötüye gitmeye başlamıştı. Bu gelişmelerin ardından İstanbul’da, daha sonra Bâbıâli Baskını olarak anılacak olan kanlı bir hükümet darbesi, Yarbay Enver Bey ve 30-40 kişilik İttihatçı arkadaşları tarafından gerçekleştirildi. Arkasından Harbiye Bakanı Nâzım Paşa’yı öldürüp, Sadrazam Kâmil Paşa’yı istifaya zorladılar. Aynı günün henüz akşamı olmadan Sadâret’e (Başbakanlığa) Mahmut Paşa’yı getirdiler. İstanbul Muhafızlığı da şehrin kontrolünü eline alan Cemal Paşa’nın idaresine geçmiş oluyordu. Ancak Balkan Savaşı henüz bitmemiş, harp bütün acımasızlığıyla devam ediyordu.

*

1 Ağustos 1914 günü Almanya’nın Rusya’ya harp ilan etmesiyle, Harb-i Umumi olarak bilenen 3 kıtada ve 8 cephede 2.5 milyon askerin çarpıştığı bu savaşa girilir. Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da 2 Ağustos 1914 yılında patlak verdiğinde Osmanlı Devleti de aynı tarihte seferberlik ilan eder.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı, sadece farklı rütbelerden değil, farklı coğrafyalardan, dinlerden ve etnik gruplardan çok sayıda askeri ordu birliklerinde istihdam ederek cephelere sürer. 1914 yılında Osmanlı Devleti hâlâ oldukça geniş sayılabilecek bir imparatorluktur ve toplam yüzölçümü 2 milyon kilometrekaredir.

Osmanlı Devleti, bu çalkantılı dönemde bütün sınırlarda İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya) askeri hedefi haline gelir. İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u alarak; İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın kontrolünü ele geçirmek, Rusya’yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, İstanbul’u zapt etmek suretiyle Almanya’nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletleri’ni zayıflatmak amaçlarıyla ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı’nı seçer.

*

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı sahnesi gerçek anlamda çok cepheli savaştır ve Osmanlı orduları bu cephelerde aynı anda birden fazla İtilaf Devleti ordusuna karşı mücadele verir. Osmanlı askerleri Arap Yarımadası, Irak, İran, Avrupa, Galiçya, Doğu Anadolu ve Çanakkale’de çarpışır. Osmanlı savaş tecrübesinin en yoğun, en uzun ve ne yazık ki, en kanlı geçen, dolayısıyla hatırlama kayıtlarına en çok yansıyan cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’dir.

18 Mart 1915’te Çanakkale Cephesi’nde patlak veren savaş sonrası Anadolu ve İstanbul sokakları, düşmanın Çanakkale’yi geçtiği söylentileriyle çalkalanmaktadır. Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın, “Vatan elden gidiyor, daha çok askere ihtiyacımız var” çağrısı karşısında müteessir olan münevverlerin, aydınların, muallimlerin, öğrencilerin içi kan ağlamaktadır.

Ölüm ile hayat, esaret ile hürriyet arasındaki hassasiyetin en fazla hissedildiği bir dönemden geçilmektedir. Askerlik şubelerinin önleri Çanakkale Cephesi’nde yerini almak isteyenlerin oluşturduğu uzun kuyruklarla dolup taşmaktadır. Fakat, bu kuyrukların ekserisini oluşturan öğrenciler için bir engel vardır; Askerî Mükellefiyet Kanunu.

Bu kanuna göre, Sultanîye öğrencileri askere alınamaz. Fakat durum çok farklıdır. Vatanın elden gitme tehlikesi vardır. Gönüllü olarak askere kabul edilen öğrenciler ilk fırsatta Çanakkale Cephesi’ne koşarlar.

Bunların başını da Medreseli, Daru’l-Fünunlu (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi), Mekteb-i Sultanîli (Galatasaray Lisesi), İstanbul Sultanîli (İstanbul Erkek Lisesi), Vefa Sultanîli (Vefa Lisesi) ve Dârülmuallimîn-i Âliyeli (Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi) öğrenci ve öğretmenleri çekmektedir.

Dünyanın dört bir yanından gelen Avrupalı, Afrikalı, Avusturyalı, Hintli ve Senegalli düşman askerleri, Gelibolu Yarımadası’na havadan, karadan ve denizden ölüm kusmaktadır.

*

Çanakkale Boğaz’ında âdeta “mahşer” yaşanmaktadır. Burası 7 düvelin üzerimize çullandığı Çanakkale Cephesi!.. Bu savaş, Hakla bâtılın savaşı... Bu zafer, ölümü öldürenlerin zaferidir.

18 Mart 1915’te başlayan ilk saldırı 9 Ocak 1916 tarihinde karşı donanmanın Osmanlı topraklarını tamamen terk etmesiyle son bulur.

Canlarını vatanları uğruna seve seve fedâ eden daha bıyığı terlememiş öğrenci ve öğretmenlerin çoğu geri dönemez. Öğrencilerini şehid veren okulların bir kısmı o tarihlerde mezun dahi veremez. Destanların yazıldığı, dramların yaşandığı bu süreç sonrasında, “eğitim hafızamız”da oluşan boşluk uzun yıllar doldurulamaz.

Çanakkale Cephesi’ndeki muharebelerde toplam 57 bin 84 Mehmetçik şehit olur. Bu trajedilerle dolu savaşta Osmanlı’nın tahminen 240 bin askeri esir düşerken, 3 milyon insanı da şehit olur. Dünya genelinde ise bu savaşta 16 ilâ 19 milyon arası asker ve sivil hayatını kaybeder.

*

Türk milleti; Yemen, Medine, Kafkasya, Galiçya, Çanakkale’deki kahramanlıklara rağmen bu savaşta mağlup sayılır. Savaş sonunda Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda Türk egemenliği yerini İngiliz ve Fransız eğilimli manda yönetimlerine bırakır. Bölgede Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi devletler kurulur.

“Çanakkale Geçilmez” kılınır, fakat bunun bedeli olarak geleceğimizi inşa edecek hafızamız yok olur. 18 Mart’ta yazılmaya başlayan destanla 9 Ocak 1916’ta vatanımızı terk etmek zorunda kalanlar 13 Kasım 1918 tarihinde payitaht İstanbul’u işgal eder. Arkasından 3 kıta 7 iklimde 624 yıl hüküm süren koskoca Osmanlı Devleti çöker.

***

ÂKİF, ÇANAKKALE’Yİ RUHUYLA HİSSEDEREK YAZDI

Çanakkale Zaferi’nin haberi gelmeden, Hicaz yolunda, El Muazzama İstasyonu’nda Mehmed Âkif’le yolculuk eden Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: “Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevî ışıkları altında, Mehmed Âkif bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: ‘Artık ölebilirim Eşref. Gözlerim açık gitmez’ dedi...”

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

***

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”

Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

***

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,

Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

***

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!

***

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

***

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

***

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

***

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,

Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

***

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,

Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

***

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

***

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.

***

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;

“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

***

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.

Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…

***

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

***

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…

Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

***

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

***

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

***

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

***

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

***

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…

Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

***

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

**

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

(Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Âsım)

bu ruh haliyle Çanakkale Cephesi’ni görmeden Çanakkale Destanı’nı yazmış adama kalkıp birileri hezeyanlarını kustu. Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde, şehitleri anma töreninde dönemin meşhur şairlerinden birisi kürsüye çıkıp, “Maalesef, Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir şiir yazılamadı. Çanakkale Destanı’nı yazan Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız...” hezeyanlarını kustu. Bu hezeyanları duyan koskoca Âkif çocuklar gibi hüngür hüngür ağladı.

*

Millî Mücadele savaşı sonuç vermiş, Âkif için artık suskunluk dönemi başlamıştır. Yeni kurulan devletin çevresini kuşatmaya başlayan zorbalar Âkif’i her geçen gün daha da üzer, incitir.

Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın manevî liderinin arkasına hafiyeler takılır. Amaç bellidir; Memleketi millî fikir ve aksiyon adamlarından temizlemek!.. Çanakkale’de feda edilen neslin son kahramanlarını yaşarken kahretmek!..

Ülkenin kahramanlarının en civanmerdi, en vatanperver ferdi olan çilekeş Âkif, hicret etmeye zorlandı, iki dönem mebusluk yaptığı halde maaşına el konuldu, kalan ömrünü yoksulluk içinde geçirmeye mahkûm edildi. Vefat edince cenazesini öğrenciler kaldırdı.

***

İKBAL, ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNİN KANINI HZ. PEYGAMBERE SUNDU

1915’te Mehmetçikler şanlı bir direnişle Çanakkale Boğazı’nı savunurken cepheden 5 bin 500 kilometre uzaklıktaki Pakistanlılar, Osmanlı Devleti’ne destek için Lahor Meydanı’nda destek mitingi düzenler. Bu mitingi düzenleyenler Çanakkale’de çarpışan Türk milletine yardım ve gönüllü toplamayı amaçlar. Kendileri İngiliz sömürgesi altında inim inim inlemelerine, bütün tehditlere rağmen meydanda açılan sergilerde Çanakkale için çok büyük yardım toplarlar.

O gün Lahor Meydanı'nda toplananlara hitap edeceklerden birisi de Pakistan’ın manevi kurucusu, Şairi Âzâm Muhammed İkbal’dir. Topluluk büyük bir heyecanla İkbal’in seslenişini beklemektedir.

İkbal birkaç gün önce Peygamber Efendimizi (sav) rüyâsında görmüştür. Rüyâsında huzuruna çıktığı Hz. Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine, Cennet’te bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek, içinde Çanakkale şehitlerinin kanının bulunduğu şişeyi Hz. Peygamber’e sunmuştur. İkbal hicap içerisinde birkaç gün önce gördüğü bu rüyâyı dizelere dökmüştür.

İkbal meydandaki insanlara başlar gül kokulu rüyâsını anlatmaya:

“Dedi Hz. Muhammed (sav)

Cihan bahçesinden bana bir koku gibi yaklaştın,

Söyle bana ne gibi bir hediye getirdin?

Dedim: Ya Muhammed (s.a.v.) dünyada yok rahatlık,

Bütün özlemlerimden umudu kestim artık,

Varlık bahçesinde binlerce gül, lale var,

Ama ne renk, ne koku... Hepsi de vefasızdır,

Yalnız bir şey getirdim kutlanmıştır tekbirlerle,

Bir şişe kan ki, eşi yoktur namusudur, vicdanıdır,

Buyurun, bu Çanakkale şehidinin kanıdır.”

İkbal bu duygu dolu dizeleri okurken Lahor Meydanı’nı dolduran yüzbinlerle birlikte kendisi de gözyaşlarına boğulmuştur.

Muhammed İkbal’in hiç gelip görmediği topraklarımıza ve bağımsızlık mücadelemize verdiği bu koşulsuz destek, biz Türklerle Pakistanlılar arasında ebedi kardeşliğin mührüdür. Büyük bir şair, felsefeci ve dava insanı olduğu tartışılmaz Profesör Muhammed İkbal’in Türk milleti nazarında sahip olduğu itibar ve sevginin nedenlerinden biri de Kurtuluş Savaşı yıllarında Pakistan halkını Türk Millî Mücadelesi’ne destek vermek için örgütlemesi ve millî mücadelede kullanılmak üzere alt-kıta Müslümanlar halkının topladığı 1,5 milyon sterlinin Türkiye’ye yollanmasına öncülük etmesidir. “Doğu’nun Şairi” İkbal’in en dikkat çeken felsefesi umuda yaptığı vurgudur.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.