Haberin Kapısı

Dokuz Nükte Risalesi

TASAVVUF

Bu risale Üstd Bediu’z-Zaman’ın talebelerinden birine yazılan cevabi mahiyetteki bir mektubun mukaddimesidir.

Çok çok selamlar sunar, Allah-u Teala’yı tesbih eder, sözlerime onun ismiyle başlarım.

Allah (c.c.)’ın selamı, sonsuz rahmet ve bereketi üzerine olsun.

İsmen ve resmen mürşid zannedilen bu aciz fakir: Bizim ve bütün müslümanların üstadı, çok değerli üveysi mürşidlerimizden Bediüzzaman’dan naklettiğiniz: “Bu zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” sözünüze cevap vermek istiyor. Bu cevap, sizin aleyhinize değil, lehinize bir cevap olup sözlerinizi tamamlayıcı mahiyettedir. Sanki o sizin naklettiğiniz parçayı bütünleştirmektedir. Yani bu fakir, mürşide nispetle vereceği zayıf ve bozuk cevabının, bu söz için tam manasıyle açıklayıcı bir şerh olmasını Allah-ı Teala’dan niyaz eder.

Çünkü ayakların kayabileceği (insanın şaşırabileceği) noktada bulunan bu cümlenin ince ve derin manasının anlaşılmaması, müridler ile nurcular arasında bir düşmanlık zehiri ve her iki imanlı taraf arasında karşılıklı buğz şüpheleri meydana getirmiştir. Böyle olunca da inançlı bir deva olan kuvvetli iplerin kesilmesine büyük bir sebep teşkil etmiştir.

Evet, bu iki grup kendilerinin ayrı olduklarını zannetseler bile aslında netice itibari ile birleşmektedirler. Nasıl ki birbirlerine yakın oldukları halde gözlerini kaybetmiş iki kişi, aralarında yüksek dağlar, kilometrelerce mesafe, geniş ovalar ve sahralar olduğunu zannederler; fakat birbirlerine yakınlıklarını ve bulundukları yerde yalnız olduklarını hissedince birbirlerine alışırlar, yakınlık duyarlar ve sevişirler. Hele bunlar birmemeden süt emmiş iki kardeş olursa… Çünkü onlar tek bir vücut, tek bir ruh ve tek bir kalp gibi olurlar, Ne önlerinden ve ne de arkalarından batıl ve asılsız şeyler onlara ulaşamaz (onları rahatsız edemez).

Muhalefet ne acı, ülfet ise ne tatlı bir şey!

Binliğin esası bir tek eliften (yani “1” rakamından) ibaret olduğu halde sıfırlara dayandığı için tesanüt sırrı ile harfçe altındaki sayılar daha fazla olsa bile onlara hükmeder. Eğer sen bu bin (1000) rakamına bir sıfır daha ilave edersen on bin (10000) olur. o, artık böyle devam eder gider. Sübhanallah, bu ne büyük bir şey!

Evet, maksadımızı şöyle birkaç nükte ile açıklayalım.

BİRİNCİ NÜKTE:

Bir şey hakkında araştırma yaparken onun mahiyetini, faydalarını, gayesini, araştırma yerini, alınacak kaynaklarını ve bu kaynakların kuvvet derecesini iyi bilmek lazımdır ki, hakikat ortaya çıksın, zayıf olan kuvvetlisinden ayrılsın. Bilindiği üzere inanç ve kanaat böylece kuvvet kazanır.

İKİNCİ NÜKTE:

Dillerde tekrar edilen şu: Şeriat, Tarikat, Mah’rifet ve Hakikat kelimelerinin anlamını iyi bilmek gerekir.

Şeriat: İnsanın yapmakla mükellef olduğu hükümlerin hepsinin adıdır. Bu da mütekaddimine göre zahiri ve batıni amellerin hepsini içine alır. Nitekim imam Ebu Hanife (rah.), Fıkhı şöyle tarif etmiştir: “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.”

Sonra gelen alimlerin ıstılahlarında ise Şeriatın zahiri amellere mahsus olan bölümüne Fıkıh, batıni amellere mahsus olan bölümüne de Tasavvuf denildi. Bu tasavvufi amellerin yollarına da Tarikat denir. Bu batıni amellerin uygun bir şekilde yapılmasından da kalbde bir saflık ve parlaklık meydana gelir ki, bununla kainattaki varlıklar ve vasıfları ile ilgili bazı hakikatler açılır. Böylece iyi ve kötü amelleri, Allah (c.c.)’ın zatı ve sıfatı ile ilgili hakikatleri ve özellikle Halik ile mahluku arasındaki muameleleri keşfeder. İşte bu keşiflere hakikat denir. Bu keşiflerin açılmasına da ma’rifet denir. Keşif sahibi olan kimseye ise muhakkik ve arif denir.

Şeriat, hepsinin kaynağı, çekirdeği, kökü, maddesi ve ruhudur ki, ondan çeşitli kısım ve kollar ayrılır. Şeriat sanki hepsinin aynası gibidir. Bu noktada hepsi de sıkı bir şekilde birbirleri ile kucak kucağadır. Birbirlerine kenetlenmişler, ruh ve cesedin kaynaşması gibi kaynaşmışlardır. Çünkü çekirdek birdir. Her ne kadar ayrılsalar ve kısımlara bölünseler bile bir tek aynaya bakmaktadırlar. Evet, şeriatı garra bir başkent gibidir. Bütün emirler oradan alınır.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Mesela, Asya kıt’asında bir kış mevsiminde, sen: “Kış bütün dünyayı kapladı” desen, bu sözden kışın bütün dünyayı kaplamış olması lazım gelmez. Çünkü bazı kıt’alarda halk hiç kış yüzü görmez. O halde bu doğru sözü gerçek bir şekilde tefsir etmek gerekir. Yani onu bulunduğumuz yerdeki zamanla kışın kapladığı yer ve zamanla tefsir ederiz, öyle ise yemin ederim ki, Üstad Bediuz’z-zaman’ın bulunduğu yer, tarikat adabının tatbik edilemiyeceği bir yerdi. Böyle zamanlarda ise sırf mücerret imanla iktifa etmek bile yeterlidir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

Bir kimsenin gitmek istediği şehre giden, yırtıcı hayvanlar, yılan, akrep ve eşek arıları ile dolu bir yol tasavvur edelim, kesinlikle de bu yoldan gitmek lazım geliyor. Bu yolcuya hedefine sağ salim gidebilmesi için nasıl bir hazırlık yapması gerekir?

Evet, onun file, aslana, yılana ve eşekarısına karşı kendini savunacak silah edinmesi lazımdır. Tüfekle, fil ve diğer yırtıcı hayvanlara karşı müdafaa yapılır ama yılan, akrep, eşek arısı ve sineklere karşı daha zayıf ve güçsüz olmalarına rağmen yapılamaz. O halde yılan ve akrep için değnek lazım. O da eşekarısı ve sinek için kullanılmaz, onlar için de ince ve zayıf olduklarından dolayı yelpaze, mendil, yüz ve cesedi örtecek şeyler lazımdır. Yol uzayıp tehlike çeşitli çoğaldıkça hazırlanmak ve iğneye varıncaya kadar çeşitli silahlarla silahlanmak, bulunduğumuz durumun şekil ve icaplarına göre hazırlık yapmak şarttır.

Bu yol, bizim hayatımız ve zamanımızdır; sefere çıkan adam ise insandır. Yola çıkılan belde dünya, ulaşılmak istenen merkezi hedef ahirettir. Tehlikelerimiz ise nefeslerimiz kadardır. Bizi hedefimize ulaştıran vasıtalar da o miktarda çoktur. Öyle ise her tehlikenin kuvvetine göre, onun zıddına bir silah edinmek gerekir. Bazı mıntıkalarda sadece iman telkini ile yetinilir. Bazı mıntıkalarda buna ilave yapılır. Bazı mıntıkalarda da tarikat silahı ile silahlanılır. Silahları tanklara tahsis etmenin manası yoktur. Çünkü çok kuvvetli olmakla beraber, onunla sineklere karşı müdafaa yapılamaz. Zira onlar çok küçüktür. Onlara karşı tankları kullanmak aptallıktan başka birşey değildir. Aklın hafifliğinden başka birşey de ifade etmez.

Öyle adamlar vardır ki, ona marifet ve hakikatleri sıralamak fayda vermez. Ona dille söylenecek zikirleri ve görülebilen adapları telkin etmek gerekir. Öyle adamlar da vardır ki, zeki, akıllı ve feylesoftur. Onun kesin delillerle ikna etmek, ma’rifet ve hakikatleri sıralamak icab eder. İşte herbirine böyle kendi karakterine göre davranılır. Bir yerde kullanılmaya müsait olmayan büyük bir şeyin başka bir yerde kullanıldığı görülür. Binaenaleyh Üstadın zamanı tarikat zamanı, mekanı da tarikat mekanı değildi.

Onun muhatapları da öyle idi.

BEŞiNCİ NÜKTE:

Bir kimsenin başkasına; “Ben şeriat ehliyim, sen hakikat veya tarikat ehlisin” demesi mümkün değildir. Çünkü bunların hepsi birdir. Nasıl ki birisi, bir adama: Sen Konstantiniyyelisin, diğer birisine de: Sen İslambollusun, ben ise istanbulluyum, dese, bu adam böyle bir ayırım yapmakta hatalımıdır, değil midir? Bu isimlerin her üçü de bir tek şehrin aynı anlamdaki isimleridir. Herbiri yerinde, uygun düştüğü şekilde icabına göre kullanılır.

ALTINCI NÜKTE:

Tarikat dört şeye bağlıdır:

a) Mürşidin kabiliyeti,

b) Müsterşidin teslimiyeti, Sünnet-i seniyye dairesinde hareket etmek (en üstün salat ve selam o sünnetin sahibine olsun),

d) Bu hareketlerde ihlaslı olmak.

İşte tarikat budur. Yoksa nefsin hayal edil, guruplandırdığı şeyler değildir. Tarikatın en büyük ve en kuvvetli silahı da zikir ve tefekkürdür. Bunların delil ve kaynakları ise kitap ve sünnette pek çoktur.

YEDİNCİ NÜKTE:

Şurası da bilinmelidir ki, Şeriat, tarikat, hakikat ve diğer benzerleri hep kulluk yapmaktır. Evet, kulun kendi nefsinin hoşlandığı şeyleri, hüküm ve hikmet sahibi olan Rabb’ının hoşnut olacağı şeyler içerisinde eritmesi ve bütün amellerini arif bir şairin şu sözleri uyarınca, tamamen yüce yaratıcısının emirlerine bağlaması gerekir: “Senin azabın lezzetli acıların tatlıdır. Benim ruhum, kalbimi inciten sevgiliye feda olsun.” işte biz de Resulullah (s.a.v.)’ın ashabının boyandığı böyle bir aşka boyanmalıyız.

Çünkü bu ünvan ve ıstılahların yüce hedefi, (Tasavvufi irşad sahifelerini de bu mevzuu ile bağladığımız gibi) kul ile Rabb’ı arasındaki teslimiyet ve fena sebebi ile meydana gelen bu kudsi alakayı açıklamaktır.

“Sen Allah (c.c.)’ı görmüyorsan da; o seni görür.” Hadis-i Şerifi mucibince: Allah(c.c.)’ın sıfatlarını, bizi daima kuşattığını (ihatiyyet), bizimle beraber olduğunu (maiyyet), bize her şeyden daha yakın bulunduğunu (akrabiyyet) bilerek, tıpkı bir kölenin, efendisinin emirlerine itaat için daima hazır bulunduğu ve ona boyun eğdiği gibi İHSAN’ın boyası ile boyanabilmemizdir.

Mecnun’un cevabındaki samimiyete bakınız: Kendisine, sana merhamet etmesi ve Leylanın aşkından kurtarması için Allah (c.c.)’a dua et, dedikleri zaman o, Leyla’ya olan sevgisinin artması için dua etti. Böylece bu iki öz kardeş ittifak etmiş ve birleşmiş oldular. Cins ve çeşit bakımından birleşince fertlerin fazlalığı ve bazı küçük hususlardaki ayrılıklar zarar vermez. Kölelerin birliği efendinin birliğine, amellerin ve talep yerlerinin birliği de Matlubun birliğine delalet eder.

SEKİZİNCİ NÜKTE:

Bir şahıs, tasavvuf ve tarikat Peygamber (s.a.v.)’den sonra ortaya çıkmış bir şeydir dese ona deriz ki, evet, (TARiKAT) harflerinin Peygamber (s.a.v.)’den sonra ortaya çıktığını kabul ederiz. Yani onun zamanında bu harfler tarikate at usul, adab ve ıstılahlar için kullanılmıyordu. Fakat Nebi (s.a.v.) zamanında riyayı yasaklayıp, ihlası emretmek, hasedi yasaklayıp, rızayı emretmek, tamahı yasaklayıp kanaatı emretmek, gafleti yasaklayıp zikir ve fikri emretmek, ucup ve kibri yasaklayıp tevazuyu emretmek yok muydu?

Kabul ediyoruz ki; isimler, Peygamber (s.a.v.)’den sonra ortaya çıkmıştır. Fakat bu ismi alan şeyler bizzat O’nun zamanında kitabi ve ilmi olarak değil, ameli tatbiki ve fiili olarak mevcuttur.

Diğer dini ilimlerin ıstılahları, fıkıh ve usulü, hadis ve usulü, tefsir ve tecvit de böyledir. Mesela, Kur’an şimdiki kitaplarda zikredilen kaidelere göre tertil üzere ameli olarak okunuyordu. Fakat bu kaideler sahifelerde ve kitablarda yazılı değildir. Dini ilimler ve emirler Kur’an ve hadis kelimelerinin içinde toplanmıştı. Farz ve müstehap olan bütün ilimler hakkında onu hususi ve umumi olarak emreden ayet ve hadisler vardır. Bu husus akıl sahiplerine göre gizli değildir. İlimler ve emirler birbirlerine karışmış bir deniz gibiydi. Sonra müteahhirin alimler geldiler, bu büyük denizden nehirler, pınarlar ve kanallar aldılar. Bu ilmi bir mecburiyettir. Çünkü böylece uzaktan ve yakından İslam’ı kabul eden kimselerin, yapmakla mükellef oldukları şeyleri sağlam bir çalışma ve ilmi bir planla almaları (ve öğrenmeleri) daha kolay olur.

Evet, denizden uzanan bir nehir o denizden ayrılmaz. Yukarıda zikredilen sanatların tabir, ıstılah ve lafızlarının çoğu ile tasavvuf sanatı da böyle güzel bir içtihadi plan, iktisadi, içtimai, siyasi, milli, ilmi ve ameli sebeplerle ortaya çıkmıştır. Müslümanların çevresi genişleyince İslami ilimler de gelişmiştir. Böylece bu ilimlerin ıstılah ve tabirleri de kolayca anlaşılsın ve hıfzedilsin diye geliştirildi. Bu ilimlerin delalet ettiği şeyler ve manalar ise Resulullah (s.a.v.) zamanında mevcuttu. İsimler, kelimeler, ıstılahlar usul ve kaidelerle teferruat daha sonra duruma göre genişletilmiştir.

DOKUZUNCU NÜKTE:

İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, filanca tarikatçı, filanca da mürid, filan şeyh şeriatın yasakladığı şeyleri irtikab ediyor, onun için ben tarikatı sevmiyorum, derler.

Önce şunu söyleyelim ki bu hür düşünce sahibi kimselerin şanından değildir. Çünkü dava insanlarla bilinmez. Ancak onlar dava ile tanınırlar.

Evet, bu davet güzeldir, çünkü filan adamın davetidir, bu davet ise çirkindir, çünkü filanca kötü adamın davetidir, denilemez. Ancak bu adam iyidir çünkü iyiye davet ediyor, bu adam da kötüdür, çünkü kötüye davet ediyor, denir. İslam davetinde ve mevcut bütün davetlerde kendi davaları hususunda temiz ve samimi olmayan ve bunun için gayret göstermeyen insanlar bulunabilir.

İslam bir bütündür. Tarikat ise bu bütünün bir parçasıdır. Bedenden kesilen bütün organlar ölü sayılır ve elbette ölür.

Tasavvuf der ki, tarikatım şeriatım, şeriatım da tarikatımdır. Yani, ölçüm, tartım ve büyütecim Kur’an ve Hadis’dir.

Allah (c.c.)’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.  

Şeyh Muhammed Nurullah El-Cezeri/Tasavvufun Sırları

Tercüme: İbrahim Öztürk

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.