Haberin Kapısı

Neden Göremiyoruz

TASAVVUF

Bütün bunların yanında mutlak yaratıcının var­lığını anlamakta aklın geri kalışının gizli bir sebebi daha vardır ki, o da şudur: idrak edilebilen bütün varlıklar, dokumasıyla, elementiyle, maddesiyle, birleşimindeki ölçüsüyle atomlarının ve hücreleri­nin diliyle ezdi yaratıcının varlığına şahitlik etmek­tedir.

Katibin elinin kendi kendine hareket etmedi­ğini bildiğimiz gibi, kendi başına meydana gelme­diğini de biliriz. Fakat varlık aleminde idrak edile­bilen ve edilemeyen herşey, Allah’ın vadiğına şahit olup O’nu tanıtmaya çalışınca ve O’na talip olunca, O’nun zuhum ve açıklığı o derece büyüdüki, his ve idrakin gözleri karardı ve dehşetinden dolayı kapan­dı. Çünkü aklımızın anlayamadığı şeylerin iki sebe­bi vardır:

  • O şeyin esasen gizli ve kapalı oluşu. Bunun açık örneği, mikroptur.
  • O şeyin son derece açık ve parlak oluşu. Bu­nun örneği de, yarasanın dummudur. Bilindiği üze­re yarasa, gece görür, gündüz görmez. Bunun sebe­bi, gündüzün gizli ve kapalı oluşu değil, aksine çok açık ve parlak oluşudur. Yarasanın gözleri, çok za­yıf olduğundan güneşin ışığı onu bastırıyor. Böyle olunca da gündüzün güçlü aydınlığı yarasanın zayıf olan gözlerinin görmemesine sebep olmaktadır. O, gerçekte mevcut olan şeyleri ancak ışığın karanlıkla karışıp zayıfladığı zamanlarda görebilir. Acaba ger­çekte mevcut olan birşeyi yarasanın göremeyişi onu mevcut olmaktan çıkarır mı?

Evet, bunun gibi akıl cihazımızın dereceleri za­yıf, Allah-ü Teala hazretlerinin cemali ise, son dere­ce parlak olup, kainatı kuşatmış, atomları, hücrele­ri ve gezegenleriyle tüm evreni içine almıştır. Son derece açıklığı ve parlaklığı ise, gizliliğine, güçlü bir sebep teşkil etmiştir, Açıklığın sebep olduğu bu gizlilikten dolayı hayrete düşme. Herşey, kendi zıddı ile ortaya çıkar, açıklık kazanır Hiç bir zıddı olmayan ve varlığı umumi olanın idraki anlaşılması ise, gerçekten çok zordur.

Eğer mevcut olan şeyler çeşitli olup bir kısmı Allah’ın varlığına delalet etse de bir kısmi etmesey­di aralarındaki fark hemen anlaşılırdı. Ama mev­cut şeyler, birliğe delalet konusunda hep müşterek olunca, işler güçleşiyor.

Mesela, yeryüzünü aydınlatan güneşin ışığı­nı ele alalım: Biz biliyomz ki, bu ışık, yeryüzünde görülen geçici bir şeydir, Güneş batınca yokolup gidecektir. Şayet güneş, hiç batmadan devamlı ışık verseydi, biz cisimlerin Siyah-beyaz ve diğer renk­lerden başka bir görünümü olmadığını sanırdık,

Çünkü biz, siyahta siyahlıktan beyazda beyaz­lıktan başka birşey göremiyoruz. Işığa gelince, onu da yalnız başına idrak edemeyiz. Ama güneş batıp, ortalık kararınca aydınlıkla karanlık arasındaki farkı anlarız. Yani böylece cisimlerin bir ışıkla aydınlan­dığını güneşin batmasıyla kendisinden ayrılan bir özelliğe sahip olduğunu öğrenmiş oluruz. Aydınlı­ğın varlığını da yokluğu ile anlarız. Eğer yokluğu olmasaydı, varlığını çok zor anlardık. Çünkü, biz cisimleri gerek aydınlıkta ve gerekse karanlıkta bir­birine benzer bir halde görüyoruz. Oysaki aydınlık hissedilebilen şeylerin en açığıdır ki, görülebilen di­ğer şeyler de, onunla idrak edilip, anlaşılabilir.

Bakınız, nasıl da herşeyi açığa çıkardığı halde kendisini açıklığının şiddeti sebebiyle gizliyor. Her­şeyi mutlak harekete sevkeden Cenab-ı Hak, en açık varlıktır ki, mümkün olan herşey, O’nun emriyle or­taya çıkmıştır.

Şayet O’nun yokluğunu, kayboluşunu veya de­ğişikliğini düşünecek olursak, bütün kainat bozulur ve yıkılırdı.

O zaman da O’nun varlığı ile yokluğu arasın­daki fark, tam olarak anlaşılırdı. Yine varlık alemin­deki şeylerin bir kısmı O’nunla, diğer bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı, ikisi arasındaki fark da idrak edilirdi. Fakat mevcut varlıklarda birliğe ve bu birliğin devamlılığına umumi bir işaret bulunun­ca, bunun aksi de imkânsız, olunca, hiç şüphesiz ki, açıklığın şiddeti gizlilik doğuracaktır.

Bütün bunların yanında mutlak yaratıcının var­lığını anlamakta aklın geri kalışının gizli bir sebebi daha vardır ki, o da şudur: idrak edilebilen bütün varlıklar, dokumasıyla, elementiyle, maddesiyle, birleşimindeki ölçüsüyle atomlarının ve hücreleri­nin diliyle ezdi yaratıcının varlığına şahitlik etmek­tedir. İnsan, bu varlıkları çocukluk çağında aklı he­nüz gelişmeden de idrak edebilir. Sonra akıl, yavaş yavaş tedrici bir şekilde kökleşip yerleşir. Ama O, birtakım arzulara dalmış, gördüğü şeylerle dostluk kurmuş olabilir. Onlarla olan dostluğunun uzun sür­mesi nedeniyle kalbinde meydana gelen fikir ve dü­şünceler kaybolur.

Fakat bu insan, birden garip bir şekil veya ola- ğanüs bir hareket gördüğü zaman dili marifetle çö­zülür ve kendine sahip olamayarak: “Subhanallah: Allah-ü Teala’yı, bütün eksiklerden tenzih ederim. ” der. Oysaki o insan, günboyu kendi nefsini ve dost­luk kurduğu varlıkları görmekteydi. Onların hep­si de, insanı dehşete düşürecek garip varlıklar ve Allah’ın varlığını gösteren apaçık şahitlerdi. Ama o insan, uzun süre onlara alıştığı için bunu hissedememişti.

Evet, doğuştan âma alan bir insanın aklı başın­da büluğ çağına ulaştığını sonra gözlerinin önünde perdenin kalktığım ve bu insamn bir anda gökle­re, yerküresine ve bu iki fuarda bulunan varlıklara baktığım, acaip varlıktan, güzel sanat harikalarım gördüğünü farzedelim. Bu insamn gördüğü şeylerin büyüklüğü ve bu şeylerin bir yaratıcının varlığına şahitliği karşısında aklım şaşıracağından korkulur.

İşte bu ülfet, bu alışkanlık ve şehevi arzulara daima, çoğunluğun duyu cihazlanndaki eksiklikle birlikte bir çok kimsenin hakikat nurları ile aydılanmasını, engin hakikat denizinin dalgalan arasın­da yüzmesini engellemektedir.

Şeyh Muhammed Nurullah El-Cezeri/Gerçekler ve Çekirdekler

Tercüme: Abdullah Yücel

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.