Haberin Kapısı

Nefsi Tezkiye ve Tasfiye Etmenin Ehemmiyeti

TASAVVUF

İmanın hakikati, yani ilahi hükümlerin doğruluğu ve gerçekliği, nefsini tezkiye edip, itmi’nana kavuşturmasıyla olur ve iman ancak o zaman vicdani olup, kalbe yerleşmiş olur

Ey irşad talebinde bulunan kardeşim, Cenab-ı Hakk seni de bizleri de muhafaza buyursun. Amin! Bilesin ki, Allah-u Teâlâ vetekkaddes hazretlerinin varlığı, birliği; Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliği ve Allah (c.c.)’tan getirdiği tüm şeyler apaçık ortadadır. Anlayış ve idrakte ezici bir afet ve manevi bir hastalık bulunmadıkça bunları isbat için düşünmeye ve delil serdetmeye hacet yoktur. Düşünme ve delil getirme ihtiyacı ancak idrakte bir afet ve hastalığın bulunduğu zamana mahsustur. Kalp ve basiretle ilgili hastalık gittikten sonra her şey bedihi bir açıklık kazanır.

Mesela sarılık hastalığına yakalananı bilmez misin? Sarılık hastalığına mübtela olduğu müddetçe bal ve şekerin tatlılığı ona göre delil ve isbata muhtaçtır. Ama o hastalıktan kurtulduğu an asla delile ihtiyaç kalmaz. Hadd-i zatında illetten dolayı neşet eden delil ihtiyacı ile hastalığın bulunması arasında bir tezat yoktur.

Evet, şaşı olan kimse, teki çift görür ve yanlış görüşüyle tekliği inkar eder. İnkarında da maruzdur.

Ama illetten doğan onun o hükmü, tek olan şeyin vahdetini bedahetten çıkarmadığı gibi, nazariye çerçevesine de sokamaz. Şurası bir gerçektir ki, istidlal sahası cidden dar ve güçtür. Delil, nazariye ve fikir yolundan yakine ermek de gayet güçtür.

Nasıl ki, şekerin tatlılığına inanmak için, hastalığı gidermek, şekerin tatlılığına delil getirmekten çok daha gerekli ise, gerçek imanı elde etmek için ruh hastalığını izale etmek de aynı derecede gerekli ve zaruridir. Hem kendisinde bulunan sarılık sebebiyle şekerin acılığını tadıp dururken, tatlılığıyla ilgili delillere nasıl inansın da yakin hasıl etsin. İşte üzerinde durduğumuz tasavvuf mevzuunun hali de aynen böyledir.

Zira nefs-i emmare bizzat şer’i hükümleri inkar eder ve bozuk tabiatının gereği olarak zıddına hükmeder. Bu açık hükümler muvacehesinde üzerine delil getirilecek şeyin peşinen inkarı varken, istidlal yoluyla yakıni elde etmek zarureti vardır. Zira onsuz, gerekli olan yakin elde edilemez.

“Nefsini tertemiz yapan felaha ermiş, onu günahla örten ise elbette ziyana uğramıştır.” (1) Artık anlaşıldı ki bu açık şeriatı ve güzel hükümleri inkar eden, şekerin tatlılığını inkar etme hastalığına yakalanmıştır.

Kuşluk güneşinin ufukta parlaması

Zarar vermez ona kör gözün görmemesi

Tasavvufta; süluk, tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalp ve tasfiye-i ruhtan maksad, iman hakikatinin gerçekleştirilmesi ve

“Kalblerinde maraz vardır, Allah onların marazlarını artırdı” (2) ayet-i kerimesi’nde işaret buyurulan manevi afetlerin, ruhi hastalıkların ve beşeri kirlerin izalesidir. Eğer bu afetlerin varlığına rağmen iman mevcutsa, o iman sırf görünüş itibariyledir. Çünkü nefs-i emmarenin varlığı, imanın aksine hükmeder. Nefs-i emmare ise küfür ve isyanında ısrarlıdır. Şekilden ibaret olan bu iman, sarılık hastalığına mübtela olan kimsenin, aksine şehadet veren ve hükmeden kimselerin bulunması dolayısiyle şekerin tatlılığına inanması gibidir. 

İmanın hakikati, yani ilahi hükümlerin doğruluğu ve gerçekliği, nefsini tezkiye edip, itmi’nana kavuşturmasıyla olur ve iman ancak o zaman vicdani olup, kalbe yerleşmiş olur. Eğer biz tasavvufun; nefsi beşeri kirlerden ruhu tabii kirlerden temizlemeye bağlı olduğunu, Kuran ve hadis lisanıyla daima bunlara işaret ettiğini bilirsek, aynı zamanda tezkiye ve tasfiyeye dayanan sahih kalbi imanı, sadık yakini, Kur’ani ahlakı, kolay, tabii ve tekellüfsüz bir şekilde bellersek, o zaman tasavvufun ehemmiyetini ve konusunun ulviyyeti dolayısıyle yüceliğini gerçek manada anlamış oluruz.

Çünkü tarikatın neticesi, çeşitli zikir, adab ve evrad ile, çeşitli ibadetleri bir nizam altında ve bir kalıp çerçevesi içerisinde yürütmekten ibarettir. Hakikatin neticesi, eşyayı, evveli ve sonu belirgin halde görmektir. İlmiyyenin neticesi ona hiç bir şüphe karışmaz ki, Allah (c.c.)’ı hatırlamak, O’nu herşeyde görmek ve tüm eşyanın onunla kaim olduğuna kesin olarak inanmak gibi... Şayet durum bu olursa her şey O’ndan gelir, O’nunla kaim olur ve O’na dönerse, biz de her şeyin üzerinde kudret mührünü görür, kapısında saltanat tuğrasını okursak, yapacağımız her şeyi yapmamız, sevmemiz gereken her şeyi sevmemiz, korkmamız gereken her şeyden korkmamız, Allah (c.c.) için, Allah (c.c.)’ın emriyle, Allah (c.c.) yolunda alıp vermemiz kaçınılmazdır. Zaten bu, ihsanın özü ve esasıdır.

Evet, tasavvufun ehemmiyeti, konusunun öneminden anlaşılmaktadır ki, o da İHSANdır. İlm-i Kelam’ın konusu iman, Fıkhın konusu İslam olduğu gibi...

Amellerin tümü ihlas dairesine bağlıdır. İhlastan yoksun olan amelin kurtuluşu yoktur. Dinleyen nefse de çoğu zaman tesiri olmaz. Muhlis olan, iddia ettiği şeye inanır ve kendini bütünüyle o şeye verir. Ama ihlastan yoksun olan her ne kadar dili davasını, hareketleri de söylediklerini te’kid edip tekrarlıyorsa da gözlerden uzak ve gizli olan yönü bunu gizliden gizliye inkar eder. o işi kendisine yaptıran ya memuriyeti, ya tehdidi, ya da o yoldan elde edeceği kazançtır, başkası değil.

Şeyh Muhammed Nurullah El-Cezeri/Tasavvufun Sırları

Tercüme: İbrahim Öztürk

-------------------------

(1) Eş-Şems: 8-9

(2) El-Bakara: 10

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.