Haberin Kapısı

Uyulmaya Layık Mürşid-i Kâmilin Alametleri

TASAVVUF

Tek kelimeyle MÜRŞİD, Resulullah (s.a.v.)’ın ashabına karşı tavrı ne idiyse, onunda müridlerine karşı böyle olması gereklidir.

  1- Dini açıdan bilinmesi zaruri olan ilimlere vakıf olacak.

  2- İtikatta, amelde ve ahlakta İslam prensiplerine sadık olacak.

  3- Resulullah (s.a.v.)’ın sünnetine sımsıkı bağlı olacak.

  4- Dünyaya ve dünya malına kalbini kaptırmayacak.

  5- Nefsinin kemal seviyesine ulaştığı inancına varmayacak. Çünkü oda dünya sevgisinden bir parça sayılır.

  6- Kamil bir mürşidin sohbetinde belli bir müddet geçirmiş ve bir arifin terbiyesi altında eğitilmiş olacak ki, maddi ve manevi sahada doymuş olsun.

  7- Kendisiyle muasır olan insaflı şeyh ve alimler hakkında hüsnü zann edecek.

  8- Avamdan çok, akıllı ve dindar, tahsilli kimseler ona rağbet edecek.

  9- İrşad talebinde bulunanları eğitir ve öğretir iken, şefkatli olacak. Onlarda gördüğü eksikliği kendi haline bırakmayacak.

10- Müridlerinin halini anlamak için uyanık ve güçlü bir feraset sahibi olacak.

11- Meclisinde oturanlar kalplerinde dünya sevgisinin azaldığını ve Allah (c.c.) sevgisinin çoğaldığını hissedecek.

12- Müridlere kendi nefsinde tatbik etmediği emir, sünnet ve mekruhları emretmeyecek. Aksi takdirde sözü tesir etmez.

13- Sözleri heva ve hevesten, şaka ve malayaniden uzak olacak.

14- Kendisini ilgilendiren meselelerden müsamahakar olacak, aşırı derece ta’zim edilmesini beklemeyecek, kendisini ilgilendiren meselelerde güç yetiremeyecekleri teklifler yapmayacak.

15- Bıkkınlık verecek derecede amel yüklemeyecek.

16- Müridle fazla yüz göz olmadığı gibi, uzak ve donukta olmayacak.

17- Müridlerle beraber oturduğu zaman sükunet ve vakarla oturacak, onlara aşırı iltifat göstermeyecek.

18- Müridleri birisi davet eder de, davetine icabet ederse, izzet ve iffeti elden bırakmayacak.

19- Müridlerden birisi uzun müddet görünmezse, sormak suretiyle görünmemesinin sebebini ve halini öğrenmeli hasta ise yardım eli uzatmalı, ziyaretine gitmeli, ihtiyacını gidermeye çalışmalı veya cemaatle beraber ona dua etmelidir.

Tek kelimeyle MÜRŞİD, Resulullah (s.a.v.)’ın ashabına karşı tavrı ne idiyse, onunda müridlerine karşı böyle olması gereklidir.

Tasavvufun imamı, Cüneyd El-Bağdadi (k.s.) efendimiz buyururlar ki:

“Şer’i ilimlerin hepsinden nasibini almayan, haramların hepsinden sakınmayan, dünyadan yüz çevirmeyen kimse, şeyh ve mürid olmaya hak kazanamaz. Aynı zamanda kendi nefsinin tedavisini bitirmedikçe, başkalarını tedaviye kalkışmamalıdır.” Ondan sonra şöyle devam etti: “Bu vasıfları taşımayan kimseye uymaktan sakın. Çünkü o, şeytanın askerlerindendir. Mürşid diye bilinen kimsenin sözlerini ve amellerini şeriate göre kıyas et ve onun terazisi ile tart. Eğer hallerini genellikle ona muhalif görürsen, onu reddet ve mürşid edinme”.

Hakimu’s Sırr Ebu Yezid El-Bistami (k.s.) der ki:

“Bir adamın havada uçacak derecede keramet ızhar ettiğini görseniz bile Allah (c.c.)’ın şeriatini edada, hududu muhafazada, emir ve nehiylerine uymada durumunu tespit edinceye kadar ona aldanmayın.”

İmam Rabbani, Müceddid-i Elf-i Sani, Hakim-ül İslam, Şeyh Ahmedi Faruki (k.s.) buyurur ki: “Mürşidin kim olduğunu bilir misin? Mürşid Cenab-ı Hakk’a ulaştıracak yolu kendisinden öğrenebileceğin ve bu yolda yardımını ve himmetini göreceğin kimsedir. Sırf külah ve hırka giyinmek, şecere edinmek vb. gibi halk arasında bazı hareketler, mürşidlik hakikatinin dışında olup, örf ve adettendir. Ancak, bu hırka, kamil ve mükemmil bir zattan elde edilmiş, ihlas ve inançla amel edilmiş ise; netice ve meyvelerin elde edilmesi büyük bir ihtimaldir.”

Müslümanların üstadı Hüccetü’l İslam İmam-ı Gazali (k.s.) der ki: “Bil ki; zamanın mutasavvıfları, hitabete, semaya, raksa, seccadeler üzerinde oturup düşünürcesine başını önüne eğmeye, uzun nefesler çekmeye, konuşmalarda sesini alçaltma gibi, şekil ve suretlere aldandılar. Böyle yapmakla kendilerini onlardan sandılar. Nefislerini; riyazetle, mücahede ile, kalp murakabesi ile, içini ve dışını gizli veya açık günah kirlerinden temizlemekle yormadılar. Halbuki bunların hepsi mutasavvıfların geçtikleri ilk merhalelerdir. Bu merhalelerin hepsini geçseler bile kendilerini sufi saymaları caiz olmaz. Peki, bunların civarına hiç yaklaşmaz, hatta ve şüpheli şeyler için itişip kakışır, ekmek ve para için yarışır, hurma çekirdeğini doldurmayan basit şeyler için hased eder, birbirinin şeref ve haysiyetlerini çiğner, hak ehli olmayıp bilakis bilgi ve kültürde en aciz olacak? Eğer toplum huzurunda üzerlerinden perde kaldırılırsa, eyvah ne rezaletler, ne yüz kızartıcı şeyler ortaya çıkacak.

Allah (c.c.) cümlemizi sonsuz olan kuvveti ile muhafaza eylesin. Zayıflığımıza acısın. Sapıklıklarımızı affeylesin. Mürşidlerin esrarı ile bizleri temizlesin. Yüksek hizmetlerinden bizleri mahrum eylemesin. Bizleri yollarına tabi olan, izlerini takip edenlerden eylesin. Amin!”

Yukarıda saydığımız mutasavvıf tiplerinden ve onların benzerlerine yaklaşmaktan sakın! Yüksek meziyet sahiplerinin eteğine yapış, ta ki rüsvay olmayasın.

Yine Hakim İmam Ebu Hamid El-Gazali (k.s.) şöyle der: “Bil ki; hak ola süluk etmek isteyenler için irşad edici ve eğitici bir şeyhe ihtiyaç vardır. Ta ki, eğiterek ondan kötü ahlakı çıkarıp yerine güzelini yerleştirsin. Eğitim ve terbiye; mana yönüyle, ekininin güzel, mahsulünün bol olması için tarlasından dikenleri ve yabancı otları ayıklayan çiftçiye benzer. Aynı şekilde hak yola girmek isteyen herkese de kendisine bu yolun adabını öğretecek ve Allah (c.c.) yolunu gösterecek bir mürşide mutlaka ihtiyaç vardır. Çünkü Allah (c.c.) doğru yolu göstersin diye insanlara peygamber göndermiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz vefat etmek suretiyle dar-ı bekaya irtihal ettiyse de, Allah (c.c.)’a giden yolu gösterecek halifeler bırakmıştır.

Resulullah (s.a.v.)’a halife olacak şeyhin şartı, alim olmasıdır. Ama her alim halife olamaz. Bu sebeple sana şeyhin bazı alametlerini özetleyeceğim. Ta ki herkes mürşid olduğu iddiasında bulunmasın. Deriz ki; mürşid odur ki, dünya ve makam sevgisinden yüz çevirsin. Silsilesi Resulullah (s.a.v.)’a kadar ulaşan basiretli bir mürşide tabi olsun. Az yemek, az konuşmak, az uyumak, çok namaz kılmak, çok sadaka vermek ve çok oruç tutmak suretiyle nefsini eğitmede maharetli olsun. Basiretli bir şeyhe ittiba etmek suretiyle, güzel ahlakı kendisine huy edinmiş olmak, sabır, namaz, şükür, tevekkül, yakın, kanaat, kalp huzuru, tevazu, hilm, ilim, doğruluk, haya, vefakarlık, vakar, itinalı ve tedbirli davranış gibi hasletlere de sahip olması şarttır. İşte o zaman o mürşid uyulmaya layık. Peygamber (s.a.v.)’in nurlarından bir nurdur. Her kim yukarıda bahsettiğimiz evsafta bir şeyh bulma saadetine erer ve şeyh de onu kabul ederse, gizli ve açık her halü karda ona hürmet etmesi gereklidir.”

Ey irşad talebinde bulunan akıllı kardeşim. Allah (c.c.) senide bizleri de mes’ud eylesin. Bilesin ki, mühlikat, münciyat, süluk ve muamelatın edeplerini öğrenmek farz-ı ayındır. Ancak ilahi cezbe, ilm-i ledun fıtrattan mukaddes ve temiz nefis vasıtasıyla kalb-i selim sahip olanlar müstesnadır.

Yine bilesin ki, zahiri ilim insanı tasavvuftan müstağni kılamaz. Nitekim bu durum mütekaddimin alimleri ile müteahhirin alimleri tarafından da kabul edilmiştir. Hanefilerden; İbnü’l Hümam, İbnü’ş Şibli, ŞurunBilali, Hayreddin El-Remli, Hamevi ve benzerleri, Şafilerden; Sultanü’l Ulema İzz-b. Abdüsselam, Ebu Hamid El-Gazali, Tacü’d-din EsSubki, Allame İbn-i Hacer El-Mekki, Malikilerden; Ebu Hasan Eş-Şazeli, Ebu’l Abbas İbn-i Ataillah, İbni Ebi Hamza, Nasiruddin, Allame Ahmed Zeruk ve diğerleri, Hambelilerden; Şeyh Abdülkadir Geylani, Şeyhül İslam Abdullah El-Ensari, İbn Neccar ve eski asırlardan zamanımıza gelen, sayıları binleri cımız olacaktır. Malumdur ki, bazı kitaplar onları anlatmaya tahsis edilmiş ve birçok büyük kitaplar da onların tabakalarını beyan etmek için tasnif edilmiştir. Bu durum araştırma yapanlara kapalı değildir. İşte bu büyük zatlar zahiri ilme kandıktan sonra, Batıni ilim tahsil etmeye hizmetle, süluk ile güzel inançla, tam ihlasla, aşağılık hallerden arınma, faziletlerle donanma ile batın ehlinden istifadeye koyuldular.

Bütün tahkikatları, hakiki keşifleri, kat’ı ve sadık tecrübeleriyle tasavvufi hayatın lüzumuna kalben hasta, ruhen zayıf, mizacen bozuk olanlarca tasavvufun bilinmesine ihtiyaç duyulduğunu söylemişlerdir. Tasavvufi hayatın lüzumuna bu yüksek ruhlu, keskin zekalı, parlak görüşlü, bilgin ve düşünür evliyaların ittifakından daha doğru kim olabilir?

Şeyhu’l İslam El-Ensari der ki: “Kalp ilmine gelince, o, zevke ve vicdana dayanan bir ilimdir. Kalemlerin ağzına sakız olmaz, kitaplar ve evhamlar onu ihata edemez. O, zahiri ilmin karşısında ağaca nispetle meyve hükmündedir. Şeref ağacıdır, lakin istifade ancak meyvesi olabilir.” (1)

Tarikat-ı Muhammediye müellifi Allame Muhamaşan büyük alimler ve şerefli insanlar ki, isimlerini sayacak olursak, birkaç cilt kitap yazmaya ihtiyamed Birgivi Efendi der ki: “Tevekkül, tevbe, Allah (c.c.) korkusu ve rıza gibi kalp halleriyle ilgili ilimleri elde etmek her müslümana farzdır. Çünkü bunlar her hal ü karda vuku bulan şeylerdir. Aynı şekilde cömertlik, cimrilik, korkaklık, yiğitlik, tekebbür, tevazu, iffet ve israf gibi diğer ahlaki konularda da konu böyledir. Bunların haramlarından sakınmak, ancak onları ve onlara zıt olan şeyleri bilmekle mümkündür. Kendisini beğenmişliğin en çirkini, yanlış olan fikrini beğenmektir. Ona sevinir ve onda ısrar eder, nasihat verenin nasihatını dinlemediği gibi, başkalarına cahil gözüyle bakar.” Cenab-ı Hakk buyurur ki:

“Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hakk ve batılı batıl gören kimse gibi olur mu?” (2)

“(Dünya hayatındaki çalışmaları boşa giden kimseler) iyi ve sağlam iş yaptıklarını sanıyorlardı.” (3)

Kendini beğenmiş kibir ve dalalet ehlinin hepsi, beğendikleri için fikirlerinde ısrar etmişlerdir. Bu kendini beğenmişlik, sahibi tarafından cehalet değil ilim, hikmet değil ni’met, hastalık değil sıhhat biliniyorsa tedavisi çok daha zordur. Ne ilaç sorar ne de doktorlara kulak verir. O doktolar da maddeten ve manen ilim ve ilahi ma’rifetle, rabbani hakikatlere doymuş, eh-li sünnet vel’l cemaat alimleridir.

Büyük alim Hasan Eş-Şürunbilali der ki: “İnsanın Allah (c.c.)’a kulluk yapabilmesi ve ilahi hizmetlerde bulunabilmesi için şer’i temizlik şart kılındı. Ama kalbi ihlası ve manevi kirlerden temizlenmesi tamamlanmadıkça o dış temizlik gerçek manada temin etmez. Çünkü içteki pislik dıştaki pislikten çok daha zararlıdır. Çekememezlik, aldatma, kin, nefret ve haset gibi… dolayısıyla önce kalbin ıslah eder ki; diğer azalar da ıslah edilmiş olsun. Kalpten nefsin meyledebileceği, dünya ve ahreti ilgilendiren her türlü muhabbeti kaldırıp Allah (c.c.)’a tahsis edecek Allah (c.c.)’tan başka gayesi olmayacak. Zat-ı Bari’si ibadete müstahak olduğu için ona ibadet edecek, ibadet ederken de azametini göz önüne bulunduracak, başkasına olan arzusu veya başkasından olan korkusu sebebiyle değil.”

Manevi necasetlerden temizlenmeye, ibadetleri Allah (c.c.)’ın huzurunda imiş gibi yapmaya Hadis-i Şerifte geçtiği üzere ihsan demek adet olmuştur. İhsan makamına da mürşid-i kamil olmadıkça, erişilmesi genellikle kolay olmaz. Öyle mürşid ki; manevi hastalıkları bilir, tedavi yollarını da ilim, zevk ve tecrübesiyle kavrar olmalıdır. Hatta bu hastalıklara müptela olan kimse, onlarla ilgili ciltlerle kitap ezberlese de nefs-i emmaresinin ahmaklıklarından ve gizli hilelerinden kurtula bilmek için böyle bir mürşidin terbiyesinden müstağni kalamaz. Nitekim bu hastalığa müptela olanların çoğunda bu durum müşahede edilmektedir. Tecrübe müşahedeler ise kesin delil ve bilgiler olarak kabul edilir. Cenab-ı Hakk da Kur’an Kerim’inde:

“Doğrusu insan nefsine karşı murakabeci bir şahittir. Bütün mazeretlerini ortaya dökse de…” (4) buyurmaktadır.

Arif-i Rabbani Abdulvahhab Eş-Şa’rani (Allah (c.c.)’ın rahmeti üzerine olsun) der ki; “İnsanın kendisine bir şeyh edinmesinin gerekli olduğunda bütün tarikat ehli ittifak etmiştir. Ta ki o şeyh, kendisini kalbiyle Allah (c.c.)’ın huzuruna girmeyi engelleyen sıfatları yok etmesini öğretsin ve namazı sahih olabilsin. Zira, onsuz tamam olmadığı şeyde vaciptir. Hiç süphe yok ki; dünya sevgisi, kibir, kendini beğenme, riya, kin, hased, nifak gibi batıni hastalıkların tedavisi de vaciptir. Nitekim varid olan Hadis-i Şerifler, yukarıda saydığımız şeylerin haram olduğunu ve yapanların cezaya müstehak olacakları açıkça belirtmektedir. Öyleyse herkim kendisini bu vasıflardan kurtarabilecek bir mürşid edinmemiş ise, Allah (c.c.)’a Resulüne (s.a.v.) isyan etmiş olur. Çünkü bin kitap da ezberlese, mürşidsiz hastalığı tedavi etme yolunu bilemez. Tıpkı tıpta, bir kitap ezberleyip de, ilacı hasta uzva tatbik etmesini bilmeyen kimse gibi. Onun tıp kitabı okuduğunu görenler “Bu büyük bir doktordur derler”. Ancak hastalığın ilmini ve nasıl izale edileceğini sorduklarında “Bu tamamen cahildir” derler.

Sultanü’l-Ulema diye lakaplandırılan büyük Fakih Abdüsselam’ın (k.s.) samimi itirafına bak. Şazeli şeyhi ile görüşmeden önce (Allah (c.c.) onlardan razı olsun) “Elimizde bulunan fıkıh kitaplarından başka Allah (c.c.)’a yaklaştıran bir yol var mı ki?” diyordu. Şazeli şeyhi (k.s.) ile bir araya geldikten sonra sufilerin tuttuğu yolu kabul etti ve şöyle dedi: “Sufilerin tuttuğu yolun; (ki onlar, esasa önem verdiler, diğerleri ise şekle önem verdiler.) doğruluğuna en büyük delil, kendilerinden sadır olan kerametler ve harikulade hallerdir. Halbuki fıkıhla iştigal eden kimseden, ilimde ne kadar yükselirse yükselsin keramet zahir olmaz. Ancak onların yolunu takip ettiği takdir olur.”

İmam Ahmet b. Hanbel (r.a) oğlu Abdullah’a derdi ki:

“Ey oğlum, hadis elde etmeye bak ve şu kendilerini sufi diye adlandıran kimselerle oturmaktan sakın zira onların arasında dininin hükümlerini bilmeyen niceleri var.” Ahmet bin Hanbel, Ebu Hamçokluğu ile, murakabe ile, Allah (c.c.) korkusu ile, dünyadan yüz çevirmek ile ve himmetlerinin yüksekliği ile bizi geçtiler.”

İmam-ı Şafi (r.a.) mutasavvıflarla oturur ve şöyle derdi: “Fakih olan kimse için kendisinde bulunmayan ilmi elde etmeye fayda verecek sufilerin kurallarını tanımaya ihtiyaç vardır.”

İmam-ı Şafi (r.a.) ile Ahmed İbni Hanbel (r.a.) sıksık sufilerin sohbetine gider, zikir meclislerine katılırlardı. Onlara “Niçin bu cahillerin sohbetine böyle sıksık gider gelirsiniz?” denildiğinde: “Bunlar bütün işin başını ellerinde bulundurmuşlardır. O da Allah (c.c.)’ın takvası ve ma’rifetidir.”

İmamü’l Hakim Muhammed Gazali (Allah (c.c.)’ın rahmeti üzerine olsun) şöyle der: (5) “Kesinlikle öğrendim ki; Allah (c.c.)’ın yolunu süluk edenler ancak sufilerdir. Yaşayış tarzları en doğru yaşayıştır. Yolları en doğru yoldur. Ahlakları en güzel ahlaktır. Öyle ki; alimlerden bütün akıllıların aklı, hükemanın hikmeti, şeriatın sırlarını bilenlerin ilmi bir araya getirilse ve sufilerin üzerinde bulunza El-Bağdadi (k.s.) ile buluşup, onunla arkadaşlık ettikten ve mutasavvıfların hallerine muttali olduktan sonra oğluna şöyle demeye başladı: “Oğlum, şu mutasavvıflarla oturmaya gayret et. Onlar, ilim Hint’teki Nedvetü’l Ulema Reisi, Şam’daki Mecmau’l İlmi’l Arabi azası Ebu’l Hasan Ali El-Haseni En-Nedvi’nin “Ricalu lid’da’veti ve’l Fikri Fi’l İslam” isimli eserinden nakledilmiştir. Cenab-ı Hakk O’na uzun ömür vermek suretiyle müslümanları istifade ettirsin.

Şüphesiz bütün hareketleri, durmaları içleri ve dışları, peygamberlik kandilinin nurundan iktibas edilmiştir. Yer yüzünde ise peygamberlik nurundan daha üstün aydınlatıcı nur yoktur. Sözün kısası; bir insan, başlangıcı kalbi Allah (c.c.)’tan başka herşeyden temizlemek isteyen ve namazda ki iftitah tekbiri mesabesinde olan Allah (c.c.)’ın zikrine kalbi gark edip, Allah (c.c.)’tan başka herşeyi yok etmek isteyen tarikat hakkında ne diyebilir?” (6)

Ey irşad talebinde bulunan kardeşim! Kendisini kibir, kendini beğenme, riya, kin, hased veya nifak gibi, gizli ve ruhi hastalıklardan birisi galip gelen kimsenin arif bir üstad, hakim bir mürşid araması üzerine vacib olur. Böylece o, tehlikeli aldanıştan kurtulabilir. Eğer böyle bir mürşidi memleketinde veya bölgesinde bulamazsa bulunan yere sefer tertip edip gitmesi vacip olur.

Bu manevi hastalıkların ilk zuhur ettiği zaman Resulullah (s.a.v.)’ın hicretinin üçüncü yüzyılının sonlarıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

“Çağların hayırlısı benim çağımdır. Sonra onun arkasından gelen çağ, sonra da onu takip eden çağdır.” (7) buyurmuştur.

Şeyhü’l İslam Zekeriya El-Ensari (Allah (c.c.)’ın rahmeti üzerine olsun) “Mutasavvıflarla düşüp kalkmayan fakih, kuru ve katıksız bir ekmeğe benzer.” Buyurmuştur.

Dikkat edilmesi gereken çok mühim bir not: müslümanların üstadı Şeyh Muhyiddin-i Arabi (r.a.) der ki: “Bir şeyh, eğer kendisinden üstün bir şeyh görürse, nefsine nasihat etmek suretiyle o şeyhe talebeleriyle birlikte intisab etmesi ve hizmetinde bulunması vaciptir. Bu hareket kendisi ve arkadaşları için bir hayır ve salah alametidir. Bunu yapamazsa insaflı hareket etmiş olmayacağı gibi nefsine nasihat edici de olamaz. Himmet sahibi de addedilemez. Bilakis himmeti düşük ve zayıf sayılır. Belki de riyaseti ve önderliği seviyordur. Bu ise büyük bir noksanlıktır.” Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ne dediğini görüp düşünmez misin?

“Eğer Musa (a.s.) hayatta olmuş olsaydı bana uymaktan başka yol bulamayacaktı.” (8) işte tarikatın şeyhleri böyle olmalıdır.

Cenab-ı Hakk’tan niyazımız odur ki bizi dünya ve ahirette muhafaza eylesin, bizi yolun doğru ve en düzgün olanına hidayet buyursun. Sapmaktan ve saptırmaktan da O’na sığınırız. O kerim ve yücedir, dileyip istediğini yapandır. Amin!

Şeyh Muhammed Nurullah (ra) - TASAVVUFUN SIRLARI

Tercüme: İbrahim Öztürk

------------------

(1) Şeyhu’l İslam El-Ensari, Cevahiru’l Fıkh kitabından

(2) El-Fatır: 8.

(3) El-Kehf: 104.

(4) El-Kıyame: 14.

(5) Hint’teki Nedvetü’l Ulema Reisi, Şam’daki Mecmau’l İlmi’l Arabi azası Ebu’l Hasan Ali El-Haseni En-Nedvi’nin “Ricalu lid’da’veti ve’l Fikri Fi’l İslam” isimli eserinden nakledilmiştir. Cenab-ı Hakk O’na uzun ömür vermek suretiyle müslümanları istifade ettirsin.

(6) Büyük İmam’ın itirafı kuru bir itiraf değildir. Belki halvetleri,riyazetleri ve itikafları onbir sene tahlil etmesinin bir neticesidir. İşte o sohbet, böylesine büyük bir amele ulaştırmıştır.

(7) Sahih-i Buhari Muh., Tecrid-i Sarih Terc., c. 8, s. 66

(8) Bk. Tefsirü İbni Kesir c. 1, s. 377.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.