Haberin Kapısı

Hendek Savaşında izlenen strateji

TARİH

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in böyle bir taktiği tercih etmesinin altında, harpte az insanın ölmesi, az kanın akıtılması gibi mühim bir düşünce taşıyor­du. Zaten bu, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bütün harplerde en çok düşün­düğü şeydi.

Hendek Muharebesi, Uhud harbinden iki yıl sonra vukû bulmuştur. Rasûl-ü Ekrem’in Medine etrafında hendekler kazdırması sebebiyle, hendek savaşı adını alan bu muharebenin bir diğer adı da Ahzab’dır.

Efendimiz, Yahudi kabilelerinden biri olan Beni Nadir’i Medine’den sür­müştü. Beni Nadir Yahudileri Medine üzerine topluca yürüyüp, Hz. Muham- med (s.a.s.)’i ve Müslümanları ortadan kaldırmak fikrini ortaya attılar. Zaten Kureyş müşrikleri de böyle bir şeyi her zaman düşünüyorlardı. Zira onlar İs- lami gelişmeyi durdurmadıklarının, Müslümanların çoğalmasına ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.s.)’in nüfuz sahasının genişlemesine mani olamadıkla­rının farkında idiler.

Medine üzerine yürüyüp iman ve İslam hareketini yerinde yok etme kara­rında anlaştılar. Beni Nadir Yahudileri, Mekke’li müşriklerle beraber hareket ederek, Gatafan’larla anlaştı. Ayrıca civarda bulunan diğer Arap kabilelerini de kışkırtarak, Medine üzerine yürümek için ayaklandılar.

Kureyş müşriklerinin sayısı, onlara katılan kabilelerle birlikte 4000, Yahudilerin teşvik ve kışkırtmalarıyla bir araya gelenlerin sayısı ise 6000 idi. Böy- lece düşman ordusu 10.000’i buluyordu. Müşrik ordusunu Ebû Sufyan bin Harb komuta etmekte idi. Orduda 300 atlı, 100 deve vardı.

Kureyş müşriklerinin savaş hazırlığı içinde olduğu haberini Huza’a kabi­lesinden bir suvari Medine’ye Peygamber Efendimize (s.a.s.) ulaştırdı. Efen­dimiz vakit geciktirmeden derhal Ashab-ı Kiram’ı toplayarak kendileriyle istişare etti. Rasûl’ü Ekrem “Düşmanla Medine dışında mı savaşalım? Yoksa Medine’de kalarak müdafa savaşı mı yapalım?” diye sordu.

Görüşmeye sunulan teklifler yeni fikirleri ortaya çıkardı; Bu arada Selman-ı Farisi (r.a.): “Ya Rasûlullah! Biz Fars toprağında düşman süvarilerinin baskı­nından korktuğumuz zamanlarda etrafımızı hendekler kazarak savunurduk.” diye konuştu. Bu teklif hem Hz. Rasûlullah hem de sahabiler tarafından makul karşılandı. Medine’de kalınacak ve şehrin etrafına hendekler kazılmak sure­tiyle düşman saldırılarına karşı konulacaktı. (İbn Hişam, es-Siretit’n-Nebe- viyye, Mısır, 1375/1955, II, 214-255)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in böyle bir taktiği tercih etmesinin altında, harpte az insanın ölmesi, az kanın akıtılması gibi mühim bir düşünce taşıyor­du. Zaten bu, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bütün harplerde en çok düşün­düğü şeydi.

Hendek kazısına derhal başlandı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), nerelerin kimler tarafından kazılacağım bizzat tayin etti. Çok planlı çalışmak lazımdı. 300 kişi ile kazıya başlandı. Peygamberimiz Sahabeyi onar kişilik guruplara ayırmış, hendek kazmayı bir yarış haline getirmişti. Hendekler, atıyla içine düşenin bir daha çıkamayacağı derinlikte kazılacaktı. Hendeğin genişliği ise en mahir süvarinin dahi atıyla atlayıp geçemeyeceği uzunlukta yapılacaktı. Bütün müslümanlar, hatta eli iş tutabilecek çocuklar bile canla başla hendek kazıyorlardı. Kazının zamanında tamamlanması için Peygamber Efendimiz (s.a.s.) müslümanların şevk ve gayretlerini canlı tutmaya çalışıyordu. Kâi- nat’ın Efendisi toza, toprağa, sıcağa, açlığa aldırmadan, müslümanlara örnek oluyordu.

Ashab-ı Kiramın: “Ya Rasûlullah, bizim çalışmamız kâfi gelir, sen ne olur çalışma da istirahat buyur.” tekliflerine, Efendimiz: “-Ben de çalışarak bu se­vaba ortak olmak istiyorum.” cevabını vererek, gayretle sevaba ulaşma arzu­sunu belirtiyordu.

Ashabın açlıktan takati kesilmiş, açlıklarını hissetmemek için karınlarına taş basmışlardı. Çektikleri sıkıntıları göstermek istercesine elbiselerini kaldı­rıp karınlarına bağladıkları taşları Efendimize gösteriyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasûlü elbisesini kaldırdılar. Ne görsünler? O karnına iki taş bağlamıştı. (Hayat’üs-Sahabe c.1, s.275.)

Müslümanlar bütün gün durmadan dinlenmeden kazıyorlardı. Bir ara saha- biler sert bir kayaya rastladılar. Parçalamaya muvaffak olamadılar. Kazma, kürek gibi aletleri kırıldı. Durumu Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.)’e haber ver­diler.

— Ya Rasûlullah! Karşımıza kazı esnasında bir kaya çıktı, onu bir türlü par- çalayamadık! Bu husustaki emriniz nedir?”

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Selman-ı Farisî’nin balyozunu aldı. “Bismil­lah!” diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayadan bir şimşek çaktı ve Medi­ne’nin iki kayalığı arasını aydınlattı. Kayanın üçte birini yerinden kopardı ve:

—Allahü Ekber! Bana Şam’ın anahtarı verildi! Vallahi! ben şu anda Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum.” buyurdu.

Sonra yine “Bismillah”deyip balyozla kayaya ikinci darbeyi indirdi. Yine bir şimşek çaktı, kayanın üçte biri daha parçalandı ve:

—Allahü Ekber! Bana Fars’ın anahtarı verildi! Vallahi! Şu anda ben Kis- ra’nın Medâin şehrini ve onun beyaz köşklerini görüyorum” buyurdu.

Daha sonra üçüncü defa yine “Bismillah” deyip balyoz ile vurdu, yine şim­şek çaktı kayanın geri kalan kısmı da parçalandı.

—Allahü Ekber! Bana Yemen’in anahtarı verildi! Vallahi şu anda ben San’a nın kapılarını görüyorum.” buyurdu. (Ahmed ibn-i Hanbel, Müs- ned, c. 4, s. 303.)

Bu müjdeleri yahudi ve müşrikler alay konusu edindiler. “Muhammed ar- kadaşalrını kandırıyor, onları boş hayaller ile avutuyor”dediler. Halbuki ufuk

Peygamberi arkadaşlarına hedefler gösteriyor, onları yüksek vizyon sahibi kı­larak büyük mücadelelere hazırlıyordu. Nitekim Efendimizin haber verdiği bütün bu fetihler Hz. Ömer ile Hz. Osman zamanında bir bir gerçekleşti.

Ashab hendek kazma işini bir an evvel bitirmek için durmadan dinlenmeden çalışıyorlardı. O zaman yiyecek bulmada bir hayli sıkıntı yaşıyorlardı. Arabis­tan’da şiddetli bir kıtlık ve kuraklık hüküm sürüyordu. Medine de bu kıtlığın içinde idi.

Bir gün Hz. Cabir b. Abdullah evine giderek hanımına; Rasûlullah’ı (s.a.s.) son derece acıkmış gördüm; başkası olsaydı bu açlığa dayanamazdı, evde yi­yecek bir şey var mı, diye sordu. Hanımı: “Vallahi yanımda şu oğlaktan ve şu bir avuç arpadan başka bir şey yok.” dedi.

Hz. Cabir oğlağı kesti, hanımı da arpayı el değirmeninde öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular, hamuru da mayaladılar. Et çömleğini tandıra koyup pişmeye bıraktılar. Hz. Cabir, Efendimizin yanına gitti.

Ya Rasûlullah! Azıcık yemeğim var, yanına bir veya iki kişi al da yemeğe gidelim. dedi. Rasûl-ü Ekrem: “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu. Hz.Ca- bir: “Bir avuç arpadan yapılmış ekmek ve kesilmiş bir oğlak” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz: “Hem çok, hem de güzel bir yemek, hanımına söyle ben gelinceye kadar et çömleği ile ekmeği çıkarmasın.” dedi.

Daha sonra da: “Ey hendek halkı, kalkınız!” Cabir’in ziyafetine gideceğiz diye seslendi. Muhacir ve Ensar’dan orada bulunanların hepsi kalktı. Hz. Ca- bir şaşkın bakışlar arasında hanımına;

Allah senin iyiliğini versin! Rasûlullah yanındakilerin hepsi ile yemeğe geliyor, şimdi ne yapacağız? dedi. Hanımı: “Rasûlullah yemeğimizin ne kadar olduğunu sana sormadı mı?” dedi.

Hz. Cabir: “Evet sordu, ben de söyledim” diye cevap verdi. Bunun üzerine hanımı: “Mahcup olacak sensin, ben değil” diyerek sordu.

Onları sen mi davet ettin, yoksa Rasûlullah mı?

Hz.Cabir; “Rasûlullah davet etti” deyince hanımı;

O senden daha iyi bilir” dedi. Efendimiz kalabalık ashabıyla Hz. Cabir’in evine geldi. Onlara; “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz.” dedi. Saha- biler onar onar içeri girdi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ete ve ekmeğe bereket duası yaptı.

Sonra Hz. Cabir’in hanımına;

Bir ekmekçi kadın çağır seninle birlikte ekmek yapsın, sonra sakın çömleği tandırdan çıkarmayın” dedi.

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz mübarek elleri ile tandırdan ekmeği çıkarıp parçaladı ve üzerine et koyarak ashabına tek tek sunmaya başladı. Ashabtan bin kişi davete gelmiş hepsi de doymuş idi. Tandırdaki ekmek ve çömlekteki et hiç eksilmemişti.

Efendimiz Hz. Cabir’in hanımına;

Bu kalanı da hem kendiniz yiyin hem de diğer insanlara dağıtın; çünkü bütün halk açlık çekiyor, buyurdu.

Yorucu çalışma sonucunda hendek kazma işlemi altı günde tamamlandı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hendeğin müsait kısımlarına giriş çıkış yerleri yaptırdı.

İslam ordusu 3.000 kişiden ibaretti. Bu sayı düşman ordusunun üçte biri demekti. Sadece 36 atlı vardı. Rasûl-ü Kibriya karargâhım Sel Dağının etek­lerine kurdu. Ordunun sırtı bu dağa geliyordu. Harbe katılmayan kadın ve ço­cuklar ise kale ve hisarlara yerleştirildi. Yiyecekler ve kıymetli eşyalar hisarda muhafaza altına alındı.

Hendek henüz yeni bitmişti ki, ovayı düşman çadırlarının kapladığı görüldü. Düşman, karargâhını Medine’nin kuzeyinde Uhud Savaşının cereyan ettiği sahada kurdu. Hendekle karşılaştıklarında şaşırdılar. O zamana kadar böyle bir harp plan ve taktiği görmüş değillerdi. Haliyle bu durum, daha başından itibaren morallerini sarsmıştı. Kurayzaoğulları Medine’ye geceleyin baskında bulunmak istediler. Medine’ye, kale ve hi-sarlardaki kadın ve çocuklar üze­rine baskın yapacaklardı. Bu haber müslümanları büyük bir telaşa düşürdü.

Rasûl-ü Kibriya Efendimiz (s.a.s.) derhal geceleri Medine şehrini muhafaza etmek için Zeyd b. Harise’yi 300 askerle, Seleme b. Eslem’i de 200 askerle Medine’ye gönderdi. Bu kuvvetler gece sokaklarda devriye gezip yüksek ses­le tekbir getireceklerdi. İslam’ın mücadele geleneğinde tekbir “Allahuekber” çok önemli bir slogandır. Allah’ın adının yüceltilmesi, O’na teslimiyet ve gü­ven düşmanın psikolojisinin bozulmasına ve mücadele azminin yok olmasına vesiledir.

Benî Kurayza’nın baskın denemesi esnasındaydı, 10 kadar yahudi Peygam­ber Efendimizin halası Hz. Safiyye’nin de içinde bulunduğu Hassan b. Sa- bit’in köşkünü ok yağmuruna tuttular. Hatta içeri girmeye kalkıştılar.

Hz. Safiyye bir Yahudinin köşkün etrafında dolaşıp durduğunu görünce, başına sıkıca bir tülbent bağladı, eline bir sırık alıp aşağıya indi, köşkten dışarı çıkıp adamın arkasından yaklaştı, sırıkla başına bir darbe indirdi. Adamın işini bitirip, sonra da başını kesip Yahudilere doğru fırlattı. Bunun üzerine Yahudi- ler korkuya kapıldılar ve dağıldılar. Medine koruma altına alınmıştı.

Rasûl-ü Kibriya Efendimiz geceleri düşmanın gelebileceği düşüncesiyle hendeğin en dar yerinde bizzat nöbet bekliyordu. Düşman, hendeği bir türlü geçemiyordu, bu durum ümitsizliğe düşmelerine neden oldu. Savaş uzaktan uzağa ok atışları ile devam etti. Bu da savaşın uzamasından başka bir işe ya­ramıyordu.

Hendeğin dar bir yeri vardı. Usta bir binici, iyi bir at, buradan zor da olsa atlayıp karşıya geçebilirdi. Allah Rasûlü akıllara durgunluk veren fetaneti ve kıvrak zekâsıyla oraya yığınak yaptılar. Hendeğin dar yerinden atlamayı başa­ran müşrikler Müslümanların ortasına düşeceklerdi. Rasûlullah Efendimizin düşündükleri bir bir gerçekleşiyordu. Civarın en meşhur savaşçıları şanslarını denemeye başladılar.

Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada, müşrikler ne pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b. Abdived ile İkrime b. Ebu Cehl, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. Hattab, Hübeyre b. Ebü Vehb hendeği geçmek üzere ileriye gönderildi. Ebu Süfyan ve Halid b. Velid de onun arkasından genel bir saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket ettirdiler. Amr ve ya­nındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.

Amr b. Abdived atını ileriye sürerek müslümanlardan kendisiyle savaşacak bir savaşçı taleb etti. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve gözüpekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gayet usta bir silahşor, çevik bir süvari olduğundan, onunla dövüşmeye kimse cesaret edemezdi. Nitekim müslüman- lardan da kimse onun isteğine cevap veremedi.

Bu durumu gören Hz. Ali, Amr’a karşı çıkmak için izin istedi. Fakat Rasû- lullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak müslümanlara hitaben; “İçi­nizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?” diye bağırdı. Müslümanlardan yine ses çık­mayınca Hz. Ali ikinci defa izin istedi. Rasûlullah kendi zırhını çıkarıp Ali’ye giydirdi, beline zülfikar’ı taktı ve ellerini açarak “Ya Rab! Amcam Übeyd Bedirde; Hamza Uhud’da şehid oldular. Bu Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz bırakma. Sen Varislerin en hayırlısısın” diye dua ederek uğurladı.

Amr’ın karşısına çıkan Hz. Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali’nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Hz. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Kendisinin savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öy­leyse, üç teklifi olduğunu söyledi. Ya müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, ya da kendisiyle dövüşmesini teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti.

İlk saldırı Amr’dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Hz. Ali’nin kalkanını par­çalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Sıra kendisine geldiğinde Hz. Ali indirdiği darbe ile Amr’ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tek­bir getirirken, müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.

Hz. Ali, Amr’ın işini bitirince Dırar ile Hübeyre Ali’nin üzerine yürüdüler. Dırar Hz. Ali’nin yüzüne bakar bakmaz dönüp kaçmaya başladı. Sonradan Dırar bu kaçış hakkında, “ölüm meleği surete bürünmüş bana görünmüştü,” diyecektir. Çarpışmaya yeltenen Hübeyre de Ali’nin bir kılıç vuruşu ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu. (İbn Hişam, a.g.e., II. 224-225).

Hz. Ömer, kaçan kardeşi Dırar’ın peşinden, Zübeyr b. Avvam da Hübeyr’in arkasından koştular. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe düşmüş, yaralan­mıştı. Müslümanlar onu taşa tuttular. Fakat Ali onları durdurdu, hendeğe ine­rek boynu kırılmış Nevfel’in kafasını uçurdu. Bu kötü sonuç karşısında Ebu Süfyan çaresiz ordugâhına döndü.

Muhasara uzadıkça uzuyor, müşriklerin saldırıları her defasında müslüman­lar tarafından püskürtülüyordu. Her iki taraf da büyük sıkıntı içindeydi. Açlık ve soğukla karşı karşıya kalmışlardı. Savaşan insanların hatta at ve develerin yiyecekleri dahi bitmişti. Bu savaşa ganimet elde etmek için katılan çapulcu­lar, savaş uzayınca sabırsızlanmış ve biran önce neticeye ulaşmak istiyorlardı.

Muhasaranın devam ettiği bir anda düşman birlikleri Rasûlullah’ın çadırını şiddetli ok yağmuruna tuttular. Efendimiz o günün ikindi ve akşam namazla­rını bile vaktinde kılma fırsatı bulamadı. Zatına eziyet ve hakaret edenlere bile beddua etmeyen Kâinatın Efendisi namazlarını kazaya bıraktırdıklarından do­layı onlara şöyle beddua etti:

“Onlar nasıl güneş batıncaya kadar uğraşıp bizi namazımızdan alıkoyduysa, Allah’da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun”.

Daha sonra o günün öğle, ikindi, akşam namazlarını ashabıyla birlikte kaza ettiler. Her iki taraf da açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sıkıntılarla bunalmıştı.

Nuaym b.Mes’ud gizlice müslüman olmuştu. Allah Resülü ona bir müddet daha Müslümanlığını gizlemesini söylemiş ve onu bu muhasara esnasında, çok mühim işlerde kullanmıştı.

Nuaym, hem Kureyş’in hem de Yahudiler’in itimat ettikleri bir insandı. Efendimiz ona harbin bir taktik savaşı olduğunu söylemiş ve bu yüzden Müs­lümanlığını gizlemesine, idare’i kelâm etmesine izin vermişti. Nuaym bu ruh­sat üzerine Yahudilere giderek:

—Kureyş sizi terk edecek ve Muhammed (s.a.s.) ile baş başa bırakacak, düşünün o zaman haliniz nice olur? Eğer bu duruma düşmek istemiyorsanız, onların ileri gelenlerinden birkaçını rehin olarak yanınızda alıkoyun.” dedi.

Onlar Nuaym’a olan itimatlarından dolayı bu sözlere kesin olarak inandılar. Nuaym daha sonra Kureyş’e gitti. Onlara da;

—Yahudiler Muhammed (s.a.s.) ile gizlice anlaştılar. Sizin ileri gelenleri­nizden birkaçını rehin alıp ona teslim edecekler. O da onlara ilişmeyecek. Sakın sizden böyle bir talepte bulunurlarsa onların dediğini yapmayın” dedi. Kureyşliler de Nuaym’a itimat ettiklerinden, onun bu teklifinden zerre kadar şüphelenmediler.

Kureyş’in ileri gelenleri ile Yahudi liderleri bir araya geldiler. Her iki taraf da birbirlerinden şüpheleniyorlardı. Evvela Yahudiler sözü açtılar:

—Siz başınız sıkışınca çekip gidecek ve bizi bu adamla baş başa bırakacak­sınız, teminat için bize birkaç rehin vermelisiniz yoksa biz savaşı bırakaca­ğız.” dediler. Kureyşliler zaten böyle bir teklifi bekliyorlardı. Nuaym’ın sözü­nü hatırlayıp, teklifi reddettiler. Böylece ittifak bozulmuş oldu ve Yahudiler harp sahnesinden çekilmeye başladılar. (İbn Hişam, a.g.e. II. 230)

Müşrik ordusu son defa var gücü ve şiddetle hendeğin her iki tarafından hücüma geçti. Çarpışmalar çok şiddetli oluyordu. Karşılıklı ok ve taş atışları ile taraflar birbirlerini yıldırmak ve püskürtmek istiyordu.

Harbin bütün şiddetiyle devam ettiği bu anda Efendimiz, ridasını üzerinden atıp, ellerini açarak şöyle dua ediyordu:

“Ey kitabı (Kur’anı) indiren hesabı en çabuk gören, kavim ve kabileleri bozguna uğratan Allah’ım! Onlara karşı bizlere yardım et! Allah’ım sen bu bir avuç Müslüman’ın helâkını dilersen, artık sana ibadet edecek kim kalır?”

O gün çarpışma bütün şiddeti ile devam etti, artık hava kararmış, iki taraf da karargâhlarına çekilmişlerdi. Gecenin karanlığında Hz. Cebrail (a.s.) gelerek Peygamber Efendimize düşman ordusunun bir rüzgâr ile perişan edileceğini müjdeledi.

Cumartesi gecesi idi. Geceyle birlikte müşrik ordusunun bulunduğu sahada dondurucu bir rüzgâr esmeye başladı. Bu en soğuk kış gecelerinde esen don­durucu bir rüzgârdı.

Müşriklerin gözleri toz ve toprakla doldu. Kap kacaklar uçuşuyor, çadırlar sökülüyor, atlar, develer birbirlerine karışıyor, göz gözü görmüyordu. Düş­manı artık müthiş bir korku ve panik havası sarmıştı, şaşırmışlardı. Bozgun evvela Kureyş müşrikleri cephesinde başladı. Askerlerden önce komutan Ebû Süfyan devesine atladı ve:

— Hemen göç ediniz, işte ben gidiyorum! diyerek Mekke’ye doğru yola koyuldu. Kureyş ileri gelenleri kendisini kınama-salardı, belki de tek başına doludizgin orduyu terk edip gidecekti.

Onun bu hareketi karşısında bozgun başlamıştı ve artık kimseyi durdurmak mümkün değildi. Süratle toplanıp Mekke yoluna doğru hareket ettiler. Bunu gören diğer kabileler de ordugâhtan ayrılıp yurtlarına döndüler.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e ve müslümanlara yapılan bu ilahi yardım­dan Kur’an-ı Kerimde şöyle bahsedilmektedir.

“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ki, düşman orduları size saldırdığında, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. O zaman Allah sizin yaptıklarınızı görüyordu.” (Ahzab, 9)

Bir ay süren bu çetin savaş Allah’ın yardımı ile sona ermiş, düşman perişan edilmiş, Müslümanlara rahat bir nefes alma imkânı doğmuştu. Mü’minler ara­sında tam bir bayram havası yaşanıyordu.

Rasûlullah’ın şu müjdesi sevinçlerini kat kat arttırıyordu. “Bundan sonra biz gidip onlarla çarpışacağız, artık onlar gelip bizimle çarpışmayacaklar.” Yani savunma savaşları artık yerini hucüma bırakmıştır.

Rasûl-ü Ekrem Efendimizle mücahidler bayram havası içinde şehre döndü­ler. Bu muharebede mücahidlerden yedi şehid verilmişti. Kâfirlerden ise dört ölü vardı. Şehid olan sahabilerin hepside Ensar’dan dı.

Hendek savaşının yapıldığı bu yerde küçük mescidler inşa edilmişti. Diğer mescidlerin herbiri yıkılmış, bugüne kadar gelememiştir. Suudlular tarafından buraya büyük bir mescid yapılmaktadır.

Bünyamin Albayrak

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.