Haberin Kapısı

Kainat Nizamı ve Sorumluluk Duygusu

TASAVVUF

Kur’an, tabiatın önünde durup Onu açıklıyorsa, aynı şekilde tabiat da, Kur'anın arkasında durup, Onun Allah kelamı olduğuna şahitlik etmektedir. İşte bütün bunlar, iyice düşünmeye değer şeylerdir.

Bilesiniz ki, bu miskin, kitap gibi bir dost bula­mamıştır. Hiç bir kitapla da Tabiat kitabı kadar dost olamamıştır. Kur’an-ı Kerim’i de, tabiatın en doğ­ru ve en güzel açıklayıcısı olarak bulmuştur. Nasıl ki, Kur’an, tabiatın önünde durup Onu açıklıyorsa, aynı şekilde tabiat da, Kur'anın arkasında durup, Onun Allah kelamı olduğuna şahitlik etmektedir. İşte bütün bunlar, iyice düşünmeye değer şeylerdir.

Bilesiniz ki, gaflet içinde bulunan iman, sahibi­ne hiç bir güç ve gıda vermeyen ve bir hayal olarak gelip geçen rüyadaki yemek gibidir. Öyleyse, gaf­letten uyanalım...

Bilinmeli ki, şahıslarda, ailede, geçimde, tica­rette, köylerde, kasabalarda vilayetlerde, devletler­de ve bütün dünyada hesap vermenin tabii oluşu, zaruri olarak tüm alemin mahşerde hesaba çekile­ceğine delalet etmektedir. Şu da bilinmeli ki, diğer yönden gaflet, bir bakıma kafir için helake götüre­cek bir tehlike olduğu gibi, mü’min için de bir rah­mettir. Ciddi olarak iyice düşünülmeli... (1)

Bilesiniz ki, bütün kainat, bütün alemlerin zer­releri, kendilerine mahsus yörüngelerinde dolaşan bütün hücreler; sanatlarındaki sağlamlık, hikmetle­rindeki muhteşemlik ve sırlarındaki gizlilik itibariy­le Esma-i Hüsna’sı ve sıfatlan ile tek olan Allah’ın kudretinin tecelli ettiği yerlerdir. Bütün bunların aynalannda, Allah’ın varlığının ve birliğinin delil­leri parlamaktadır. Onların hepsi de, emri ve iradesi olmadan, kendilerinin meydana gelmesi imkansız olan, yüce yaratıcının sonsuz hikmetine ve büyük kudretine delalet eden nakışların renkleriyle boyan­mışlardır.

Sanki bütün kainat, yeryüzüyle, gökleriyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, aylarıyla, atmosferiyle, boşluğuyla, gecesiyle, gündüzüyle, birbirine sarıl­mış cam zerreciklerinden ve parlak cisimciklerden olaşan şeffaf bir küredir. Bu küre, bitkilerin süsü, ağaçlarının tomurcuklan, mevsimlerinin güzelliği, çeşit çeşit ilâç sandıklan sayılabilecek meyveleri, cins cins canlı ve cansız varlıklan, uğradığı binlerce değişik şekilleri, dimdik duran yüce dağlan, duruşundaki sakinliği, dönüşündeki öfkesi, yağmur damlalan, bembeyaz kar yığınlan, kısaca tüm nizam ve intizamı ile bir bütünlük arzetmektedir. Öyle ki, güneş doğduğu zaman, onu bu kürenin bütün zerre­lerinde, her yerde, bir anda görürsün.

Sanki kainat, bütünü ve parçalan ile: “İlk, O’dur. Son O’dur. Açık O’dur. Gizli O’dur.” (2) sımnın bir görüntüsüdür.

Cenab-ı Hakk’ı teşbih ile bütün noksanlıklar­dan tenzih ederiz ki, O, çokluğu azlıkta, bütünü parçada, topluluğu teklikle gizlediği gibi, güç ve kuvveti güçsüzlük ve acizlikte gizlemiştir. Yine zen­ginlik ve saltanatı, fakirlik ve yoksullukta, rahatlık ve lezzeti, yorgunluk ve sıkıntıda, gönül huzuru ve sevinci, üzüntü ve kederde gizlemiştir. Bunlar gibi genişlik ve bolluğu, sıkıntı ve darlıkta, süs ve kon­foru, bakirlik ve aşağılıkte, ilim ve aklı, bilgisizlik ve gaflette gizlemiştir. Sanki bütün bunlar, iç içe, birbirine girift şeyler halindedir.

Evet, Cenab-ı Hak, son derece cılız olan sivri sineğin küçücük iğnesinin kahredici, can yakıcı bir kuvvetle donatmıştır ki, o, bununla koskocaman bir file saldırıyor; fil ise, onun karşısında savunmasız, kalıyor. Son derece zayıf ve cılız olmasına rağmen Allah, ona öyle duyarlı ve kazıcı bir güç bahşetmiş- (1) Hadîd : 3 tir ki, onunla, zifiri karanlık bir gecede karanlıklar içerisinde insanın sağlam ve dayanıklı cildinin al­tından kan fırşkırtmaktadır.

Cenab-ı Hak, dünya işlerinde karşılaşılan bü­yük sıkıntıları, vazifeyi yapmış olmanın verdiği gönül huzurunda meydana gelen öyle bir lezzetle süslemiştir ki, insan, o lezzetin sırf kendisi için ya­ratılmış olduğunu zanneder.

Yine Allah-ü Teala’nın akıllan hayrete düşüre­cek hikmetlerinden biriside küçücük anlara verdiği idrak ve anlayış gücüdür. Arılar, bu güçle, son de­rece kabiliyetli ve en modem araç ve gereçle dona­tılmış olan mühendislerin bile güç yetiremeyeceği şeyleri keşfederler.

Bunlardan da öte Allah, gözle görülemeyecek kadar küçük, zavallı bir mikroba ilahi adaletin tec- celsi olarak öyle bir idrak, faaliyet ve hayat gücü vermiş ki, O, bu güçle en büyük yaratıkların bile elinin ulaşamayacağı işleri yapmaktadır. Nitekim, bilindiği üzere son derece küçük ve cılız olmasına rağmen, en modem imkanlarla donatılmış tıbbi güç­lerle savaşmakta mızrağını insan ve hayvan toplu- luklannm bütün ordularına karşı sallamaktadır...

Kısaca Allah, en büyük kuvvet ve saltanatı bile yaşlı bir kocakarının sesine ve çağresiz bir nöbet­çiye muhtaç eder. En büyük servet ve zenginlik de, çok değersiz bir tek kuruşa ihtiyaç duyar. Çünkü o kuruşlar olmadan, servet birikmez.

Yine Cenab-ı Hak, her bir çiçeği başlıbaşına bir alem ve kendine has bir kitap mesabesinde olan ve binlerce cinsten meydana gelen ilkbahar bahçeleri­nin güzelliğini, bütün dünyanın çöplüğü sayılabile­cek cansız ve değersiz toprağın içinden çıkarmakta­dır.

O, bu güçlü, canlı ve kocaman insan vücudunun haritasını kendisine büyük nimetler bahşederek, bir nokta mesabesindeki bir damlacık suyun içerisinde gizlemiştir.

Büyük ağaçların geniş tablolarını da, teorik de­ğil, gerçek madde ve unsurları ile bir çekirdeğin son derece küçük kabuklan içerisinde sığdırmıştır. Kı­saca, küçükleri büyütmüş, küçümsenenleri, sonsuz, ilim, cömertlik ve hikmeti ile yüceltmiştir. Bütün bunlarda öyle bir hikmet vardır ki, Cenab-ı Hak, en büyük ve en sağlam şeylerde değil, en küçük ve en basit şeylerde bile tesadüfe yer bırakmamıştır. Hik­metinin bir gereği olarak, cüzden küllü, cüz’i den külli’ yi, çıkarmıştır.

Allah, varlığı son derece gizli olmakla birlik­te, insan aklına yerin tabakalannı ve fezayı kuşa­tan rahmeti ile ihsanda bulunmuştur. Ama yine de insan aklı, kendisini ve ufuklarının ardım bilemez. Bir şeyi hatırlamak isterken unutur; unutmak ister­ken, hatırlar. Sevinmek isterken üzülür; üzülürken, sevinir, işte bütün bunlar, insanın güçsüz bir yaratık olduğunu ve haddini aştığında uslandırılması, yola getirilmesi gerektiğini gösterir.

Bilinmeli ki, güçlünün atışı, güçsüzün atışından daha isabetli olduğu gibi, benlik ve gösteriş şaibe­leri karışmayan sözler de gönüllere daha tesirli olur.

Evet, hiç şüphesiz ki, hasta, üzgün, acılı bir kimsenin iniltisi ile gerçek âşıkların âhı, insanın kalbine sağlıklı kimselerin kahkahası ile budala saç­malarından daha çok tesir eder. Nitekim, konuşanla dinleyenin tepkileri de birbirinden farklıdır.

Bilinmeli ki, bünyeye uygun gelmeyen bozuk yiyeceklerin dol durul ması ile midenin zehirlenmesi gibi, zihin de bozuk fikirlerin doldurulması ile ze­hirlenir. Nasıl ki, her yiyecek, yemeye uygun değil­se, her fikir de kabul edilmeye uygun değildir. Na­sıl ki, midenin bir takım perhizleri varsa, zihnin de aynı şeklide perhizleri vardır. Oraya giren bozuk ve kötü fikirlerin hemen zikirle değiştirilmesi gerekir.

Bilinmeli ki, kalp, mhun midesidir. Oraya gir­meyen şeylerden hiç bir gıda alınmaz geçici bir zevkten başka...

Ey budala kalbim, şunu iyice bil ki, nefis, sana zamanında yaşayan insanlara, çağdaşlarına bakma­yı söyler. Ve sana iyilikle öğüt verirmişçesine yağ­cılık yaparak:

“Hayırlı ve salih ameller, senin zamanında de­ğil, eskiden mümkün oluyordu. O zamanlarda, böyle işlere yardımcı olan ve arkadaşlık eden çoktu. Çün­kü, o insanların hepsi iyi ve takva sahibi kimseler­di. Ama şimdi ise, diğer insanlardan farklı olduğun zaman, seninle alay ederler. Öyle ise, Sen de onla­ra uy. Onların başına ne gelirse, senin başına da o gelir. Musibetler ise, umumi olduğundan tatlıdır. ” diyecek olursa, sakın dinleme. Onun aldatıcı hile­lerine kapılıp da, kötülük iplerine bağlanma. Ona yumuşaklıkla de ki:

“Şayet bir beldenin halkını boğacak kadar bü­yük bir sel felaketi olursa, şehir halkı da bu gerçeği bilmediklerinden dolayı yerlerinden ayrılamasalar, herhangi bir tedbir alarak kaçmasalar ve sen de on­lardan ayrılıp, bir gemiye binerek ölümden kurtul­ma imkânına sahip olsan, o zaman da: “Musibetler, umumi olduğunda tatlıdır.” diye düşünebilir mi­sin?” İsterseniz İmam Busırî hazretlerini bir ziyaret edip, Hekimane verdiği reçeteyi beraber okuyalım: “Nefs ve şeytana muhalefetle isyan et, Onlar sana sırf öğüt verirmiş gibi görünseler de dinleme, geç, git. ”

Bilinmeli ki, insanoğlu, sahibi tarafından aya­ğına bir ip bağlanıp, ucu tutularak salıverilen budala ve zavallı bir kuş gibidir. Bu kuş, bir daha mürebbi- sine dönmemek üzere kaçıp gitmeye kararlı olarak uçar. Kendi bozuk düşüncesi ve hasta karakteri do­layısıyla hayatı için, mürebbîsinin sağlam bir kale mesabesindeki emrine isyan eder. Hmir kafesine girmenin hayatım bozacağım sanır. Kendisinden her itaat istendiğinde, ister istemez yapacağım, daima bir emre bağlı olduğunu bilmez gafil. Arkadan çe­kildiğini görüp hissederek, geriye dönüş işaretlerini anlayınca, bu sefahat içerisindeki serbest hayatın­dan ve budalaca tattığı hürriyetten dolayı cehennem hapishanesine mahkum edilmiş olacaktır. Evet, bu ahmak kuşun inkarından ve küfran-ı nimette bulun­masından dolayı terbiye edilmesi gerekir!..

Şeyh Muhammed Nurullah El-Cezeri/Çekirdekler ve Gerçekler

Tercüme: Abdullah Yücel

---------------------------------

(1) Açıklama: Burada mümin’in gafleti ve kafirin gafleti aynı ma­naları ifade etmektedir. Kafirin gafleti Allah’dan islamdan ve ahiret gününden bihaber olmasıdır ki, bu gaflet kafirin helakine sebep olur. Mü’min’in gafleti ise şakalaşmak, uyumak, çocuklarıyla oynamak, v.b. gibi murakabeden uzaklaştığı hallerdir. Ama bu gaflet azabı gerektiren gaflet olmayıp, mümin için bir rahmet mahiyetindedir.

(2) Hadîd : 3

Yorumlar (1)

Emel öztürk 4 Yıl Önce

Çok güzel bir çalışma ama lütfen sesli okumada erkek sesi kullanın hitap edemiyor güzelim esere yazık oluyor

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.