Haberin Kapısı

Allah, İşinde Egemendir, Fakat İnsanların Çoğu Bunu Bilmezler.

İSLAM VE KÜLTÜR

İslâmî uyanış, O’nun kazanan kaderidir. Yüce Allah onunla bu üm­metin yaşadığı yokluktan onu selde çer çöp haline getiren durumundan çıkarıp, doğru yola, köklerin yeniden uzamasına ve hayatında yeni bir dönemin başlamasına vesile kılmıştır.

İçine düştüğü pasiflik ve hakirlikten kendisini kurtarırken, doğru yola hidayeti umulan yolunu kaybetmiş insanlığı da nur demetleri sunacaktır.

Yalnız, uyanışın önündeki yol engellerle doludur. O yolda dikenler, çukurlar vardır. Yürüyenleri tek tek kapmaya çalışan zararlı vahşîler vardır. O vahşîler iyi bilirler ki, eğer bugün kendileri onları parçala­mazsa, yarın onlar yolu önlerine kapatırlar!

Ama müjdeler engellerden daha büyüktün Allah Tealâ’mn kaderi yönünü değiştirmeden yürümektedir. Yoluna hiçbir şey engel olamayacaktır:

“İnkâr edenler, asla öne geçtiklerini sanmasınlar. Çünkü onlar (si­zi) âciz bırakamayacaklardır. ” (Enfal, 59)

Ancak uyanış, sürçmemek için yoldaki engebeleri, hazırlıklı olması için önüne dikilen tepeleri bilmek durumundadır. Onlarla yapacağı sa­vaşın doğasına vâkıf olup, mücadele alanım ve çeşitlerini tanıması ve düşmanlarından bazılarının diğerlerine göre müslümanlara daha yumu­şak olduğu ya da bazılarının yoldakilere hoşgörülü davranacağı zannına kapılmaması için düşmanlarının doğasım da iyi kavramalıdır!

Her şeyden önce kendisiyle Allah Tealâ’nın düşmanlan arasında olacak bu savaşm zafer öncülerini bilmelidir, istese de istemese de gir­mek zorunda olduğu bir savaştır bu. Çünkü düşmanlann İslâmî uya­nıştan memnun olmaları mümkün değildir, savaşmaktan da geri dur­mayacaklardır:

“Kendi dinlerine uymadıkça, Yahudî ve Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaklardır.13 (Bakara, 120)

“Güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler 33 (Bakara, 217)

Uyanışm öncelikle şunu iyi kavraması gerekiyor. Savaş o veya şu cemaatin savaşı değildir. Ya da şu veya bu düşmanla da değildir. İslâm ümmetinin tamamının bütün düşmanlan ile olan bir savaştır. Asıl düş- maülık Allah Tealâ’nın düşmanlan ile İslâm arasındadır. Düşman nere­de olursa olsun, İslâm’da nerede olursa olsun...

Bunun gereği olarak da mücadele, düşmanlarla, orada veya şurada yalnız başma savaşan cemaat arasında olursa zafer gerçekleşmez. Za­rarlı vahşîler onları tek tek yakalar ve ezer... Zafer ancak, O’nun yardı­mıyla, “İslâm ümmetinin” onca genişliği ile -onun dışmda her şeyde ayrılığa düşmüş olmalarına rağmen- İslâm’a karşı savaşm önünde tek vücut olan düşmanlarla yapıldığı savaşta gerçekleşir.

Biz bütün ümmet dediğimiz zaman bazıları bununla bütün fertlerini kastettiğimizi zannediyor; bu mümkün değildir. Tarihte tek bir toplum dahi, tek bir kalp ve aym seviyede, aynı şecaatte, hayırda aym yönde ol­mamıştır. Nerede kaldı ki, bugün sayılan bir milyara varan bir ümmet!

Peygamberin toplumu da böyle değildir. Nitekim çok yerde açıkla­dık bunu.

Kastettiğimiz şudur: Bu ümmetin içinde, Resûlullah’m (s.a.) toplu- munda olduğu gibi güçlü bir birlik bulunsun. Gücü ve kuvvetiyle zayıf imanlılan, tembelleri, ağırdan alanlan ve münafıklan hareketlendirsin, hepsini hedefine yürütsün. Rasülullah’m (s.a.) gözü önünde eğittiği güçlü birliğin yaptığı gibi... Bunların varlığı onlan, O’nun düşmanları­na karşı kesin zafere ulaştırmıştır.

Uyanış için şu da çok iyi bilinmelidir: Savaş insanlardan iki grup arasındaki bir savaş değildir sadece, halklardan iki halk veya iki silâhlı kesim arasında da değildir. Bunlardan önce ve daha önemli olan iki inanç arasında, bir hayat programı ile diğeri arasındadır.

Allah Tealâ’ya ve ahiret gününe inanan bir inanç ve O’na imanına başka ilâhları ortak eden ya da hiç inanmayan bir inanç... Tevhit inancı üzerine kurulu ve onunla paralel, Resûlullah’a (s.a.) inen rabbani kay­nağa dayalı bir program ve şirk ya da küfre dayalı, onunla paralel, İlâhî vahiy dışında herhangi bir kaynaktan beslenen bir program...

Bundan çıkan sonuç şudur: Bu inanç, sahiplerinin benliğinde yerle­şip, saflaşıncaya ve ona dışardan karışan bütün benzerlerden arınınca- ya kadar zafer gelmez. Bu karışım ne boyutta olursa olsun, ne zaman karışırsa karışsm.

Cahiliye, tevhit akidesi önünde, bugünkü gibi yüz yüze daha önce ancak bir defa gelebilmiştir: îslâm’m ilk dönemi Muhammed’in (s.a.) peygamberliği günlerinde... Şu kadar ki: Îlmî açıdan öncü olma, tekno­lojik ilerlemeler, nakil ve reklam araçlarının getirdiği bir farklılık var­dır, o da: îslâm’m karşısında duran kütle daha birbirine bağlı, daha bir­leşiktir.

Ama mücadelenin özü değişmemiştir...

Tevhit ve şirk mücadelesi... İslâm ve cahiliye mücadelesi...

İslâm yeryüzü egemenliğine sahip olduktan sonra cahiliyelerden çok saldırılar gördü. Kimi zaman Haçlılardan... Kimi zaman Tatarlardan... Başka bir zaman da Yahudîler’den... Fakat, dünya cahiliyeleri topluca iki defa önünde durdular: Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliği, yani İslâm'ın ilk döneminde ve bu yüzyılda...

Bu da -daha önce değindiğimiz gibi- inancın sahiplerinin benlikle­rinde arınması, imanın kökleşmesi, amacm yalnız Allah Tealâ için ol­masını zorunlu kılıyor... İlk karşılaşmada olduğu gibi...

İyi bilinmesi zorunlu olan üçüncü bir mesele de şudur: Bugün cahi­liye, İslâm’la karşılaşırken maddî kalkınmasının ve uygarlığıyla övün­menin zirvesindedir. Müslümanlarsa o alanda şiddetli bir geri kalmış­lık içindedirler.

Bunun sonucu olarak müslümanların o uygarlıkla da yüzleşmeleri gerekiyor... İlk müslümanların Fars ve Bizans uygarlıklarıyla, onlar maddî imkanların zirvesinde iken yüzleştikleri gibi... Yani, cahiliye uygarlığına karşı uygarlıktaki değerlerimizle.

İslâm ve cahiliye arasındaki ilk karşılaşmada müslümanlar hemen hemen, maddî uygarlık imkanları ve örgütlenmelerinden tamamen mah­rumdular... Halbuki iki “büyük” devlet -Fars ve Bizans- maddî uygar­lığın ve örgütlenmenin zirvesindeydiler. Tarihte, onlardan önce o nok­taya gelebilen yoktu... Fakat İslâm kazandı...

Bilinen kanunlarla kazandı... Harikalarla değil... Gerçi o da O’nun kaderi ile olur.

Yüce Allah’m işleyen kanunlarından biri: Hakkın olmadığı anlarda batılın yayılması, hak gelince batılın zail olmasıdır:

“De ki: ‘Hak geldi, batıl ortadan kalktı. Zaten batıl ortadan kalk­maya mahkumdur. (îsrâ, 81)

Allah Tealâ’nm işleyen kanunlarmdan biri de, dünyanın bozgundan arındırılması için hak ve batılın rekabet etmeleridir:

“Allah ’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düze­ni bozulurdu. Fakat, Allah âlemlere lütujkârdır ” (Bakara 251)

Yine O’nun kanunlarmdan biri de, Hakk’ın ona inanan erlerinin bu­lunmasıdır. Çünkü Hak, erleri olmadan başan kazanamaz. Bu erler de Allah Tealâ’ya ihlâslı, inançlarına bağlı, kalpleri onunla atıyor olmalıdır:

“Seni aldatmak isterlerse, bil ki şüphesiz Allah sana kâfidir. Seni ve inananları yardımıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran O’dur. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etsen bile, sen onların kalpleri­ni uzlaştırarnâzdın ama Allah onları uzlaştırdı. Doğrusu O güçlü- dür, egemendir. ” (Enfaî, 62-63)

Bu erler Allah Tealâ’ya tevekkülde sadıktırlar:

“Ey peygamber! Allah ’ın yardımı sana ve sana uyan müminlere ye­ter ” (Enfaî, 64)

Cihat gerektiği zaman da karşılığım Allah Tealâ’dan umarak sabırla cihat ederler: •

“Ey peygamber! Müminleri savaş için coştun Sizin sabırlı yirmi kişi­niz onlardan iki yüz kişiyi yenen Sizin yüz kişiniz inkâr edenlerden bin kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtun Şimdi Allah yükünü­zü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bin kişiniz, Allah in izniyle, iki bin kişiyi yenen Allah sabredenlerle beraberdin ” (Enfai, 65-66)

Yüce Allah’ın yürüyen kanunlarından bir diğeri de, hakkın olmadı­ğı zamanlarda maddî gücüyle yayılan batılın asıl olmayışıdır. Çünkü o batıldır. Ama yine de Allah Tealâ’mn dilediği bir hikmetten dolayı -ve kanunuyla- bir süre yeryüzünde egemen olur:

“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler. ”

“Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ki, zulmeden milletin kökü böylece kesildi. ” (En’am, 44-45)

Tek başma asil olan hak gelip, unsurları tamamlanınca, yani imanların­da ihlaslı, sabırlı, ecrini Allah’tan uman mücahit mümin erler oluşunca, kendisindeki asaletle, zafer kazanır. Erleri ve yığınakları azınlık bile olsa... Çünkü Allah Tealâ’nm beka ve geçerlilik yazdığı değerlerin sahibidir o:

“Köpük uçup gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. ” (Ra’d, 17)

“Allçıh, And olsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz. ’ diye yakmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür. ’’ (Mücadele, 21)

“And olsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık. ’’ (Enbiya, 105)

“And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar şüp­hesiz yardım göreceklerdir. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecek­tin ” (SafFat, 171-173)

Bu ve benzeri kanunlar Allah Tealâ’nın ilminde İslâm’m o günkü iki “büyük” devlet önünde zaferini takdir etmişti. Yine o zamanlar mevcut olan diğer cahiliyelerden sonra... Değerlerden ve İslâm’dan onu koru­yacak asil “Hak’tan” yoksun maddi güçler. Ve Rabbinin sözü doğruluk ve adalet olarak tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek de yok­tur. Hak kazançlı, batıl zail oldu...

Bugün cahiliye iki “büyük” devletiyle yine aynı konumdadır...

Maddî güçte, İlmî, maddî, teknolojik kalkınmada daha önce varıl­mamış bir zirve...

Ama asalet yok... Asalet haktır.

Çağdaş cahiliyede insan, Darvvin’in istediği gibi, bir hayvan, aynı anda da azan, Yaradan’a ibadetten büyüklenen bir ilâh durumuna gel­diğine göre (ikisi de Hakk’ın gölgesi bile olmayan kuruntudur) o da asaletsizdir...

Uygarlık, “ruhî nefesten” kopuk “bir avuç toprak” uygarlığı olunca o, asaleti olmayan bir uygarlıktır. Çünkü ruhî nefesten kopuk bir avuç toprağm gerçekte varlığı yoktur... Üzerine kurulan her yapının da.

Hakkın önünde yersiz ve yetersiz olan bu uygarlıkların, İlmî ve örgüt­sel sonuçlarmda olduğu gibi, büyük ürünler meydana getirmesine engel değüdir dediklerimiz. Bu mümin ve kâfirine, bütün insanlığa İlâhî bir lü- tuftur. Tarihteki cahiliyetlerden her birinin payı vardı bunda:

"Onların ve bunların her birine Rabbinin nimetinden ulaştırırız.

Esasen Rabbinin nimeti kimseye yasak kılınmış değildir. " (İsra, 20)

Aynı şekilde bazı yararlı fikir ve değerlerin olmasına da engel de­ğildir. İnsanî yapı, Hak’tan ne kadar uzaklaşnsa uzaklaşsın tamamen şer- de kalmaz, Resûlullah’ın (s.a.) da şehadetiyle de insanların bütünü ca­hiliye dönemlerinde şerde olmazlar:

“Cahiliyedeki hayırlılarınız -öğrendikleri zaman- İslâm ’da da ha-

yırlılannızdır. ” (Müslim’in rivayeti)

Fakat, hak-batıl savaşında ibret sondadır, itibar sonadır; ne kadar yararlı ve büyük olursa olsun maddî ürünlerde değildir. Cahiliyede olabilecek cüz’i fikir ve değerlerde de değildir... Önemli olan yapının üzerinde durduğu direktir.

Fars ve Roma cahiliyetlerinin herbirinde büyük ve yararlı maddî ürünler ve örgütler vardı şüphesiz. Yine her birinde bazı faydalı fikir ve değerler vardı muhakkak...

Ama bütün bunlar o iki cahiliyeyi İslâm’ın önündeki çöküntüden kurtaramadı. İslâm'ın tamamı, sağlam ve sağlıklı kurullar üzerine kurul­ması insanın varlık amacı olan Allah Tealâ’ya ibadetin geniş ve kap­samlı anlamıyla, o günkü müslümanlarm ve varlıklarının azlığına ve zikredilmeyecek kadar az olan maddî ürünler ve örgütlenmelere rağ­men gerçekleştirmişti.

İşte bu, işleyen bir kanundur. İşleyen bir kanunun anlamı, Allah Te- alâ’nm takdiri ile unsur ve gereklerinin gerçekleşmesi ve yüzleşmenin de onun gereklerine göre olması halinde yerine getirme imkanının ol­masıdır.

Cahiliye tarafında bütün unsurlar ve gerekler vardı: Büyük bir maddî güç, değer ve ilkeler, ahlâk dünyasmda büyük bir boşluk...

İşleyen kanunlara göre -her defasmda Allah Tealâ’nın kaderi ile yü­rümektedir- müslümanlar da buna karşılık ilk yüzleşmede olduğu gibi, gerekli şartlara sahip olmalıydılar. Ve Allah Tealâ’nın kaderi ile. zafer daha ince olduğu gibi gerçekleşip, daha önce olduğu gibi yeryüzünün çehresi değişecekti...

Yüce Allah ve Resûlü’nün (s.a.) vaadinde şüphem yoktur... Bu ger­çekleşecek... Ancak uyanış, bu karşılaşmada zafer elde etmek için ge­rekli şartları kavramalıdır...

Müslümanlar şu anda, çağdaş cahiliyeyi İlmî, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçememişlerdir. Ama yine de cahiliyenin bugün, yarm ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler. Sahih bir inanç ve sahih bir yöntemin sahibidirler. Her şeyi bilen Allah Tealâ’nm yer- yüzünün ve insan hayatının rahatı için indirdiği kapsamlı, kâmil (olgun) ve dengeli bir yöntem..;

Onların benliğinde sahih inancı ve hayat gerçeklerinde de doğru programı gerçekleştirdikleri an, Allah Tealâ’nın takdiri ile kanun işle­yecektir ve İslâm cahiliye ile olan yüzleşmesinde kazanacak, yeryüzü­nün çehresi değişecektir...

Ne var ki, inanç saflıkta, güzellikte ve netlikte samimî olamalı ki, yeryüzü gerçeğinde, insanlar onun çarpıcı tablosunda gerçek farkım görebilsinler. İlk defa, olduğu gibi, ona koşup, gölgesine girebilsinler... Eşsiz değerleri, üstün ahlâklılığı, doğruluğu, derinliği, köklülüp, ege­menliği, kapsamlığı ve dengesi ile bu yöntem, insanların kendilerinde gerçekleşmelidir. Böylece bunlar diğer insanlara gerçek yaşamda İslâm’la cahiliye arasında önemli farkı göstermelidirler. İlk defa oldu­ğu gibi... İnsanlar yöntemi sevmeli ve ona girmeliler...

İşte o zaman -işleyen kanunlara göre- hakkıyla zafer elde edilecek­tir. Çünkü haklılığını bilfiil ispat edecektir. İnsanların hayatında .da önemli bir fonksiyonu olacaktır o zaman. Zira insanlara gerçekten ihtiyaçları olam verecektir; onlar bu gereksinimi hissetmeseler bile... Hatta her cahiliyede olduğu gibi ilk anda hayra ve hidayete karşı dur- salar bile... Ama insan fıtratı onu, gerçek dünyasında uygulanıyor gö­rünce, takdir edecektir. İnsanlar ondaki netliği gördüklerinde, kendile­rindeki eksikliği anlayıp, kemale koşacaklardı.

İlâhî yönteme güvenleri artacak, ona yöneleceklerdir. Deney görül­dükten sonra da İslâm’ın İlmî, teknolojik ve örgütsel kalkınmalarını yıkmayacağını, sadece, sahih bir iman ilkesi üzerine kuracağını, bütün maddî kalkınmalara “insana” yaraşır ürünler vermesini sağlayacak “ruh”u ekleyecektir...

Bütün bunlardan dolayı uyanış, konuyu hakkıyla takdir etmeli ve meydana gelmesi için gerekli çabayı esirgememelidir.

Bu çok ciddi bir iştir... Tehlikelidir de... Kısa bir gezinti değildir o. Yalnız onları ilgilendiren bir iş de değildir. İslâm ümmetinin tamamı­nın, istikamet bulmak isteyen insanlığın sorunudur o.

“İnsan” içinde bulunduğu çamur bataklığından çıkarılmalıdır.

Önemli bir konu... Ek çalışmalar yetmez onun için... Hangi seviye­de olursa olsun somut bir İslâm için verilen çabalar da yetmez...

Bütün İslâm topraklarındaki uyanışm mensupları, sağlam bir kaide üzerine en üstün bir şekilde yetişecek ve yığınları ona çağıracaklardır. Biz burada gerekli eğitim programı veya yığınları davet programını açıklamıyoruz. Burada sadece, gerek eğitimde ve gerekse davette te­mel bir konuya değiniyoruz: Önce kavramların düzeltilmesi zorunlu­dur... İslâmî bakımdan hatalı bir temel üzerine yapı nasıl kurulabilir?

îman tasdik ve dile getirmedir, amel iman ismine dahil değildir, “Lâ ilâhe illallah” diyen İslâm amellerinden hiçbirini yapmasa da mü­mindir, diyen bir Mürcie düşüncesi üzerine sağlam bir yapı nasıl kuru­labilir?

İbadeti dar kalıplara sıkıştıran ve ameli ibadet dairesi dışma çıka­rıp, ahlâkı ibadet dışı yapan, hayatı bölüp biraz kalbin biraz da Rabbin için diyerek, kalbe ait bölümde boş işlere, diğer bölümde de tavırlarda etkili olmayan bazı ibadetlere yönelen bir kavram anlayışı üzerine sağ­lam bir yapı nasıl kurulur?

Sebeplere yapışmayan, tevekkülün aşırı olması sonucu çalışmayı bırakma ve miskinlik yanlısı olumsuz bir kaza-kader anlayışı üzerine nasıl İslâmî bir yapı kurulabilir?

Dünya ile âhireti ayıran, biri için diğerinin önemini inkâr eden yan­lış bir düşünce üzerine nasıl kurulabilir?

Yeryüzünün kapsamlı ve gelişmiş İlâhî programa göre imarım aksatan bir anlayış üzerine nasıl kurulabilir?

Böylece bir anlayış, cahiliye ile savaşta ne yapabilir? Hakkı benim­seyip, ona girmeleri için insanca ne verebilir? Yığınlara yöneltilen dave­te ne yapabilir? Yük olmak yerine, onun için bir dayanak olabilir mi?

İnsanlardaki yanlış kavramları değiştirmeyeceksek niçin ve neye davet ediyoruz onları?

Eğer onlara, iman tasdik ve dile getirmedir, amel iman ismine dâhil değildir, “Lâ ilâhe illallah” diyen, İslam amellerinden hiçbirini yapma­sa da mümindir, diyerek hangi hedefe çağırıyoruz onları?

Yoksa onları, kendilerini yokluğa ve zarara sürüp seldeki çer çöp yapan sebepleri sabitleşmeye mi çağırıyoruz? Şu veya bu sebeple (îti- kar veya ittiba şirkiyle) düştükleri şirk önemli değildir mi diyeceğiz?

Hayır, biz onları, kendi nefıslerindekini değiştirmeleri için çağıra­cağız, Allah Tealâ da onları değiştirecek.

Her durumda kavramlarm düzeltilmesi kaçınılmazdır.

Kavramlar bilfiil düzeltilip, sağlam yapı ve doğru kavramlar üzere eğitim yapıldığı ve gerçek dünyasında, îslâm’ı yaşayan müminler top­luluğu bunu kavrarsa, işte o zaman Resûlullah’m (s.a.) vaadi gerçekle­şecektir:

“Aranızda Allah ’ın sürmesini dilediği kadar Peygamberlik olur, sonra Allah kaldırmak dileyince kaldırır onu. Sonra Peygamberlik yolunda (gerçek) Hilâfet olur. Allah ’ın sürmesini dilediği sürece sürer (kalır), sonra Allah kaldırmak dileyince kaldırır onu, sonra ısırıcı (zalim) kt‘allık olur Allah'ın sürmesini dilediği kadar sürer (kalır). Sonra Allah kaldırmak dileyince kaldırır onu, sonra zoraki krallık olur, sürmesini dilediği kadar sürer (kalır). Sonra kaldınnak dileyince kaldırır onu. ”

Ve o zaman yeryüzünün çehresi değişir...

İslâm için yeni bir dönem başlar o gün... İnsanlar karanlıklardan nura çıkarlar... Kullara kulluktan Allah Tealâ’ya kulluğa... Dünyanın darlığından dünya ve ahiret genişliğine...

“İşte o giin, müminler, istediğine yardım eden Allah ’ın yardımına sevineceklerdir. ” (Rûm, 4-5)

Muhammed Kutup

Çeviri. Nurettin Yıldız

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.