Haberin Kapısı

Mahşer Gününe Hazır Mıyız?

İSLAM VE KÜLTÜR

O gün kimsenin üzerinde hiçbir kıyafet yoktu. Herkes çıplaktı. Ne pahalı bir kefen ne mezara konulan altınlar vardı. Ama o günün derdi, sıkıntısı, kederi, korkusu kimseye çıplak olduğunu hatırlatmıyordu. O günkü en büyük çıplaklık imansızlık idi.

Kalk dediler, kalktım. Herkesi takip etmem istendi. Ben de mahşeri kalabalık dedikleri alana doğru akın akın giden insanları takip ettim. Kalabalığın başı sonu yoktu. Öyle bir kalabalıktı ki, ucu bucağı görünmüyordu. Arı vızıltısını andıran sesler ortamın sessizliğini bozuyordu. Bilmiyorum ne kadar saat bekledim. Korku, herkesin tüm bedenini sarmıştı. Herkes korku içindeydi. Yürümeye devam ettim. Gittiğim her yerde manzara hep aynıydı. Herkeste bir panik vardı. Kimse kimseyle konuşmuyordu. Herkes birbirinden yüzünü çeviriyordu. Yoluma devam ettim.

Az sonra bir grup kalabalık ile karşılaştım. Yüzleri dağılmıştı. Öyle bir sille yemişe benziyorlardı ki, çeneleri yüzlerinden ayrı duruyordu. Yüzleri korkunç idi. Yanlarına yaklaşmaya korktum. Uzaktan onları seyrediyordum. Sonra oradaki birine sorma cesareti buldum kendimde. Bunlar kim? Ne yaptılar da böyle olmuşlar? Dedi ki: Bunlar faiz yiyenlerdir. Allah Teâlâ bunları uyarmıştı. İnsanlardan faiz almayın demişti. Şeytanın sillesini yiyenler gibi kıyamet gününde haşr olunursunuz demişti. Ama bunlar dinlemediler. Milletin zor gününde faizli işler yaptılar. Milletin emeğini sömürdüler. Onlar sömürdükçe halk daha çok dünyaya sarıldı. Onlar yüzünden onlarcası dünyaya meyletti. Bu yüzden sille yemiş gibi mahşerde bekleyecekler. Aman Allah'ım, dedim! Ya Rab, koru, dedim ve oradan uzaklaştım.

İleride daha büyük bir kalabalık gördüm. Hepsi çığlık çığlığa idi. Bağıranlar, kendini yerden yere vuranlar, imdat dileyenler, ne olursun diye yalvarıp yakaranlar, feryat figan ağlayanlar vardı... Onları görünce bir hal oldum. Uzaklaşıp gitmek istedim. Bir iki adım gittim. Sonra arkama bir daha baktım. Onların yaşadığı korku beni, benden aldı. Bunlar kimdi? Bunlar neden böyleydiler. Dediler ki, bunlar da dünyaya yeniden dönmek isteyenlerdir. Bir şans daha isteyenler, dünyaya dönüp hallerini düzeltmek isteyenlerdir... Oradan da uzaklaştım.

Sonra bir yere daha geldim. Bir yangın yeri gibiydi. Bir kargaşa, bir kavga, bir huzursuzluk vardı. Kaçanlar vardı, kovalayanlar vardı. Bunları uzaktan seyrettim. Sonra biri omzuma dokundu. Bunlar kimdir biliyor musun diye sordu? Bilmiyorum dedim. Bunların hepsi akrabadır. Şu kaçan adamın arkasından kovalayan, eşidir dedi. Şu çocuklar da babalarını kovalıyor. Şu ağlayan çocuklar annelerini yakalamaya çalışıyor. Şu kardeşler birbirlerini yakalamanın derdindeler. Bunlar dünyada iken birbirlerine karşı haksızlık etmişler. Adam, kadına haksızlık etmiş. Kadın, annesine haksızlık etmiş. Kardeş, kardeşin malından çalmış... Şimdi burada herkes kimden ne koparabilirse onu almaya çalışıyor! Ama nafile...

Mahşer meydanının sonu yoktu. İlerledikçe yeni şeyler gördüm. Az ileride bazı adamlar vardı. Meleklerle bir şeyler konuşuyorlardı. Melekler onlara hayır, diye cevap veriyordu. Merak ettim de yanlarına kadar geldim. Şöyle diyorlardı: Bakın, ben dünyada çok zengin biriydim. Binlerce, on binlerce insan çalıştırdım. Malım çok. Dünyada çok mal bıraktım. İsterseniz bunların hepsini size bağışlayayım. Yeter ki, beni affedin! Beni bırakırsanız size tüm servetimi veririm. Hatta keşke daha fazlası olsaydı da onu da verseydim... Melekler ise burada malın hiçbir faydasının olmadığını söylüyordu. Onlardan her biri aynı teklifi sırayla yapıyordu...

Az ileride bir grup insan daha gördüm. Bunlar da şöyle diyordu: Ne olursunuz beni ateşe atmayın! İsterseniz çocuklarımı atın ama beni atmayın! İsterseniz eşimi alın, isterseniz kardeşlerimi, isterseniz aşiretimi, isterseniz mensup olduğum milletin tamamını ateşe atın! Ya da tüm insanları yakmanız gerekiyorsa onları yakın da ne olursunuz beni yakmayın! Evet, sırf kendisini kurtarmak için herkesi ateşe atmaya hazır insanlar gördüm burada.

Sonra arkama baktım. Bir ses yankılanıyordu mahşer alanında. Keşke falanlarla dostluk kurmasaydım, keşke falanı sırdaş ve yoldaş edinmeseydim, keşke peygamberin yolundan gitseydim, keşke bu hayatım için bir hazırlık yapsaydım, keşke toprak olsaydım! Adamın feryadı, herkesin dikkatini çekmişti ama kimsenin de umurunda değildi. Zira herkesin kendi başından aşkın işleri vardı.

Mahşer alanında yürümeye devam ettim. İleride bir sessizlik hâkimdi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes gözlerini dikmiş, dizleri üstüne çökmüş ve Hâkimlerin Hâkiminin kararını bekliyordu. Bunlar topluca yargılanmışlardı. Hepsi aynı milletin, aynı düşüncenin ve aynı ideolojinin mensuplarıydı. Hangi kitaba uymuşlarsa ona göre aynı hükmü yiyorlardı. Buradan da geçip gittim.

Şimdi ise daha değişik bir şeyle karşılaştım. Binlerce, belki de daha fazla insan bir mitingde toplanmış gibiydi. Yukarıda onlara bakan biri vardı. Hepsi bir ağızdan şöyle diyordu: Senin yüzünden biz bu duruma düştük. Sen bize doğruyu söylemedin. Sen bizim yöneticimizdin. Ama bize hakikati anlatmadın. Senin bizden daha çok azap görmen gerekiyor... Tepede duran adam ise onlara şöyle diyordu: Bilakis kendi sonunuzu kendiniz getirdiniz. Ben sadece size birkaç telkinde bulundum. Ama sizler zaten yoldan çıkmaya hazır bir millettiniz... Suçlamalar bu şekilde karşılıklı devam ediyordu. Dün dünyada liderleri için canlarını feda edenler, bugün liderlerinden hesap soruyor ve onları suçluyordu. Mahşerde buna benzer onlarca, yüzlerce sahne gördüm.

Sonra ileride bir sükûnet olduğunu fark ettim. Artık sağıma soluma bakmadan oraya doğru gittim. Buradaki manzara değişikti. Az önceki gibi korkunç değildi. Kimse kimseden kaçmıyordu. Bir aile gördüm. Adam, kadın ve çocukları. Hepsinin yüzü parlıyordu. Birbirine sarılan arkadaşlar gördüm. Hepsinin yüzü ay gibiydi. Bunlar muttaki dostlar imiş. Ailece bekleyenler, dostlarıyla bekleyenler, sevdikleriyle bekleyenler vardı... Tabi, tek başına hem sevinç hem üzüntü içinde bekleyenler de vardı. Sadece o sınavı geçebilmişti. Tüm ailesi öbür tarafta kalmıştı. Bu kişi hem mahzun hem mesrur idi... Buradakiler huzur içindeydi. Korkmuyorlardı. Sürekli bir ses geliyordu: “Sizlere ne bir korku vardır ne de mahzun olacaksınız” diyordu. Bunlar dünya imtihanını kazanmışlardı. Bunları görenlerden bazıları şöyle diyordu: “Bunlar dünyada iken kendileriyle alay ettiklerimiz değil miydi? Bunlar dalga geçtiğimiz kimseler değil mi? Halbuki biz bunlara akılsızlar diyorduk, bunlara gerici diyorduk, bunlara öcü, yarasa diyorduk... Ama nasıl olur da alaya aldıklarımız ve ayak takımı olarak gördüklerimiz kurtulur da bizler kurtulmuyoruz?”

Evet, dünyada kendilerine kaş göz yapılarak gülüp geçilenler o gün gülüyorlardı. Gülme sırası bunlara gelmişti. Son gülen iyi güler dedikleri bu olsa gerekti... Biliyor musunuz o gün kimsenin üzerinde hiçbir kıyafet yoktu. Herkes çıplaktı. Ne pahalı bir kefen ne mezara konulan altınlar vardı. Ama o günün derdi, sıkıntısı, kederi, korkusu kimseye çıplak olduğunu hatırlatmıyordu. O günkü en büyük çıplaklık imansızlık idi. İman elbisesi üzerinde olanlar hariç diğerleri çırılçıplak idi. Ne iman vardı ne elbise vardı...

Rabbim bizleri o günün büyük korkusundan emin eylesin!

Murat Padak

--------------------------

Kaynak Ayetler:

Bakara 2/275. Mü'minun 23/99-100. Şuara 26/102. Zümer 39/56-58. Abese 80/34-37. Hadid 57/15. Maide 5/36. Mearic 70/10-14. Furkan 25/27-29. Fecr 89/24. Câsiye 45/28. Ahzab 33/67/68. Sebe 34/31-33. Kıyamet 75/22-23. Zuhruf 43/ 67. Tur 52/17-27. Sâd 38/36-37. Mütaffifin 83/29-34.)

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.