Kaza ve Kader Kavramı
Kaza ve kadere iman, Müslümanın itikadında temel bölümlerdendir. Ancak söz konusu iman, ümmetin ilk nesillerinde etkin bir güç ve hareket kaynağı olduğu halde, aynı oranda sonraki nesillerde olumsuz ve yıkıcı bir güce dönüşmüştür.
“İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere inanmandır. ” (Buhari ve Müslim)
Bu iman ümmetin uzun tarihî süreci içindeki özelliklerindendir.
Ancak söz konusu iman, ümmetin ilk nesillerinde etkin bir güç ve hareket kaynağı olduğu halde, aynı oranda sonraki nesillerde olumsuz ve yıkıcı bir güce dönüşmüştür. Bu da kaza ve kader kavramının önceki nesillerin yaşayıp, uyguladığı doğru şeklinden saptırmasından sonra oldu.
Dışarıdan bakıldığında ikisi de aynıdır. Ama işin aslında ikisi arasında ne kadar fark vardır? Ümmetin hayatındaki her olayda olduğu gibi...
İlk müslümanlann söylediği kelime-i şehadet, sonrakilerin de dilinde olan aynı kelime-i şehadettir: Eşhedii enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Mııhammeden Resûlullah Fakat birincisi bütün yeryüzünü sarsıyor ve harekete geçiriyordu. Çünkü yeryüzü gerçeğinde uygulama alanı buluyordu. İkincisi ise, yeryüzünde bir şey yapamaz oldu. Hatta, askerî, siyasî ve ekonomik emperyalizmin, hepsinden de tehlikeli olan fikir emperyalizminin önünde İslâmî varlığı koruyamaz oldu. Çünkü hedefi ve azığı olmayan bir kelime haline gelmişti.
Namaz hareketleri; kıyam, kâde, rüku, secde... Okunan Kur’ân-ı Kerim ve tekrar edilen sözler... Hep aynı... O zamandan bu yana değişmedi hiç. Ama o zaman yapıldığında güçlü kuvvetli bir ümmetin varlığını gösteriyordu bu hareketler; çünkü gerçeğine uygun olarak eda ediliyor, gerekleri de yapılıyordu ve gerçek dünyasında insanın varlık amacını gerçekleştiren bir ümmetin varlığının habercisiydi bunlar. Yüce Allah’ın yeryüzündeki kanunları gereği de bunları başaramayan her ulusa karşı bir üstünlükleri vardı:
“And olsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da; ‘Arza mutlaka iyi kullarım varis olacak (bu yer onların eline geçecek) ’ diye yazmıştık. ” (Enbiya, 105)
Allah Tealâ'hin bu ümmete olan vaadi de gerçekleşiyordu. (Bkz. Nur, 55)
Kaza ye kader inancı da böyle: Dış görünümü, evrende ve insan hayatında olan her şeyin O’nun kaza ve kaderi ile olduğuna ve bu büyük evrende, insan hayatmda Yaradan’m takdiri dışında bir şey olmayacağına imandır:
“Biz her şeyi bir kadere göre yarattık. ” (Kamer, 49)
"Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce ö, kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah 'a kolaydır. ” (Hadîd, 22)
“Başa gelen hiçbir musibet Allah'ın izni olmaksızın olamaz: Allah 'a kim inanırsa onun gönlünü doğruya yöneltir Allah her şeyi bilendir. “ (Teğabün, 11)
“De ki: 1Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim Mevlâmızdır, inananlar Allah’a güvensin.'' (Tevbe, 51)
Ancak, ilk nesillerle sonraki nesiller arasmda bu inançta meydana gelen büyük farklılık, ilk nesillerin uyguladığı Allah Tealâ’ya tevekkülle, daha sonra, yıkılma ve çökme yüzyıllarında meydana çıkan tevekkül arasmdadır. Bu fark, “Lâ ilâhe illallah,” namaz ve diğer ibadetlerde iki nesil arasındaki farklılıktan daha kolay değildir.
İlk müslüman inanıyordu ki: Onda ve evrende meydana gelen her şey, O’nun kaza ve kaderi iledir. Allah Tealâ’nın ezelde Levh-i Mah- fuz’da[1] yazdığmı da hiçbir şey değiştiremez.
Bu imanın sonucu olarak nefsine diyordu ki: z (Al-i İmrân, 154)
“Ey inananlar! Yolculuğa çıkan veya savaşa giden kardeşleri hakkında 'Onlar yanımızda olsalardı ölmezler ye öldürülmezlerdi. ’ diyen inkârcılar gibi olmayın ki, Allah bunu onların kalplerinde bir hasret olarak bıraksın. Dirilten de öldüren de Allah’tır. Allah işlediklerinizi görür. ”
“Allah yolunda öldürülür veya öldürseniz, size Allah’tan onların topladıklarından hayırlı bir mağfiret ve rahmet vardır. ”
“And olsun ki, ölseniz de, öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız. ” (Al-i îmrân, 156-157)
İlk müslümanlar böyleydi: Davetin neşri, ilim tahsili, rızık peşinde koşmak, imar için yeryüzünün bilinmeyen yerlerini keşfediyor, sıkıntılara ve tehlikelere katlanıp, dünyanın sırtlarında dolaşıyorlardı.
Onların kuralı “Çalış ve Yaradan’a tevekkül et” idi.
O halde bu çalışma ve aktivite, pasiflik ve oturup O’nun kaderini beklemeye nasıl dönüştü?
Evet, ilk müslümanm hissinde kaza ve kadere imanı, hataya düştüğü zaman göreceği cezadaki sorumluluğunu kaldırmıyordu.
Uhud olayındaki ders müminlerin benliğinde büyük bir etki bırakmıştı.
Okçular, komutanları ve Peygamberlerinin (s.a.) emrine muhalefet etmişlerdi. Onlara, müslümanları kuşların parçaladığım görseler bile yerlerinden ayrılmamaları emri vardı. Ancak zaferi görüp, savaşın tamamen bittiği zannma kapılınca, ganimet sevdası Resûlullah’m (s.a.) emrini onlara unutturdu. Ganimetlerden pay kalmaz endişesiyle yerlerini terk edip indiler! Müşrikler de, dağın tepesindeki okçuların saldırısından emin olunca atlarıyla müslümanlarm ordusunu kuşattılar. Müslümanların saflarında ağır bir bozgun ve sarsmtı oldu. Resülullah (s.a.) isabet almış, kâfirler de onun öldürüldüğü söylentisini yaymışlardı. Bu durum ordunun birliğinde parçalanmaya etki etti.
Kur’ân-ı Kerim, yaptıklarmdan dolayı müminleri şiddetle kınadı. Aynı anda da bir yorum getiriyordu olaya:
“Başkalarını iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca, 'Bu nereden?} dersiniz. De ki: ‘O kendi tarafınızdandır. * Doğru- su Allah her şeye kadirdir. ”
“İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen Allah’ın izniyle- din Bu inananları da, münafıklık edenleri de belirtmesi içindir. ” (AI-i îmrân, 165-167)
O kendi tarafınızdandır, aynı anda da O’nun izniyledir. Hatanın sorumluluğu ve Yaradan’m kaza ve kaderine iman aynı anda ve zıtlık göstermiyorlar.
Bu, İslâm ümmetinin öğrendiği ve belirginleştiği en önemli hususlardandır: İnsanın yaptığmdan sorumlu olduğuna inanması ve O’nun kaza ve kaderine inanması arasındaki çelişkinin olmayışı. İkisini de insanın kalbinde aynı anda dile getirip dengede tutuyor ve yeryüzün- deki hayatını da onlarla dengeliyor. Büyük ve küçükte daima O’nun kaderini algılayıp ona yönelme ve kendi tavırlarını doğru-yanlış kefelerine koyarak kontrol etme...
Peki bu üstün denge, O’nun kaza ve kaderi iddiasıyla bütün sorumluluktan sıyrılmaya nasıl dönüştü?
Ümmetin öncülerindeki düşünce buydu: Kaza ve kadere iman, sebeplere yapışmayla zıtlık oluşturmuyordu.
Bir yandan Yaradan’ın bu evren ve insan hayatında değişme kabul etmez kanunları olduğunu, yine O’nun herşeyi yapmaya kadir, hiçbir şeyin O’nu âciz bırakamaz ve smırlayamaz olduğunu, çünkü O’nun dilemesinin bütün kayıtlardan sıyrılmış bulunduğunu bildiği halde, Allah Tealâ dünya hayatındaki kanunların sabit olmasını, olağanüstü hallerin istisna olmasını ve her iki durumun da O’nun dilemesine bağlı olmasını istemiştir. İşte bunun için de onların hissinde, hayat gerçeğinde belli bir sonuca ulaşmak için geçerli olan bu kanunlarla iç içe olmanın kaçınılmazlığı vardı. Yani, o kanunlara göre sonuçlara götürecek sebeplere yapışma zorunluluğu.
Allah Tealâ bu gerçeği onlara kitabında açık bir şekilde belirtmiştir.
Allah Tealâ dinine dünyada zafer ve egemenlik, kâfirlerin tuzaklarına da yokluk takdir etmiştir;
"Müşrikler istemese de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için, peygamberini, doğruluk rehberi Kur ’âıı-ı Kerim ve gerçek dinle gönderen O ’dur " (Saff, 9)
"inkâr edenler, asla öne geçtiklerini sanmasınlar, çünkü onlar âciz bırakamayacaklardır. ” (Enfal, 59)
Dini için zafer yazan Yaradan’ı aciz bırakamayacaklardır. Kaderini de geçemeyeceklerdir.
Bununla beraber onlara: Ben dinime zafer ve egemenlik yazdığıma göre, siz oturun ve takdirimin sonucunu bekleyin, nasıl olsa uygulanacak o, dedi mi? Asla! Tersine onlara, bu din hakkmdaki kaderini ve kesin uygulanacağını açıkladığı anda cihat edip, yığınak yapmaları zorunluluğunu da açıkladı:
"İnkâr edenler, asla öne geçtiklerini sanmasınlar, çünkü onlar âciz bırakamayacaklardır. ”
“Onlara karşı gücümüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah ’uı bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayım Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan tamamen ödenecektir ” (Enfal, 59-60)
“Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar. ” (Muhamroed, 7)
Zafer O’nun indinde kesin kader olsa bile, başarı için sebepleri elde tutmak kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Müslümanm hissinde Yaradan’m kaderine imam ve geçerli kanunlar paralelinde sonuçlara götürecek sebeplere yapışmaya olan inancı beraberce bulunur. Bu ümmet başıboş bırakılsa, sebepleri tek başına, -modem cahiliyenin yaptığı gibi- O’nun kaderine gerek olmadan yeterli bulurdu. Huneyn dersi bu anlamın müminlerin benliklerinde sabitleşmesi içindi;
“And olsun ki Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip bozularak arkanıza döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti. ”
“Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi. İnkâr edenleri azaba uğrattı. İnkârcıların cezası budun ” (Tevbe, 25-26)
Bu, ümmetin yeryüzü hayatında, sebepleri elde tutmakla, sebeplere yaslanmak arasında bir denge oluşturması için... öğrenip, eğitildiği en önemli konulardan biriydi.
Peki bu üstün denge nasıl bozuldu ve Yaradan’a dayanma iddiasıyla sebeplerden uzak kalmaya dönüştü?
Evet ümmetin ilk dönemlerinde, O’nun kaderine teslimiyetle, -olduğu zaman- kötü durumları değiştirmek için çalışma arasında bir çelişki yoktu. Varlıkta ve beraber hayatındaki her şey O’nun kaza ve kaderi ile oluyor. Müminler açısından bunda bir şüphe veya tartışma konusu yoktu.
İnsanların hayatında kötü bir durum varsa o, Yaradan’ın kaza ve kaderi ile olmuştur. Bu, Uhud’da müminlerin Resûlullah’ın (s.a.) emrine muhalefetleriyle insanlardan gelen bir sebeple olabileceği gibi, Ömer b. Hattab (r.a.) zamanında meydana gelen Amvas vebası gibi sorumluluğu onlarda olmayan bir sebepten de olabilir (O günler için vebanın sebepleri ve tedavi yolları bilinmiyordu. O zamanda kimse sorumluluk altına alınamazdı.) Ya da O’nun kanunları arasında arasıra oluşan, müminleri sınama gibi bir nedenle O’nun katından olabilir:
“And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, ‘inandık’ deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır. ” (Ankebût, 22)
Bu ve insanlara yeryüzünde isabet eden diğerleri O’nu kaza ve kaderi ile oluyor.
Ama Yüce Allah insanlara, içinde bulundukları kötü durumu değiştirmek için çalışmama anlamında bir teslimiyet emretmemiştir. Tersine onlara Yaradan’ın kaderine, eylem olduktan sonra, telâfisi mümkün olmayan kesin bir kader olduğu anlamında razı olmak şeklinde bir teslimiyet emretmiştir. Fakat, meydana gelen olay ânında oturup, değiştirmeye çalışmama başka bir şeydir. Allah Tealâ onu emretmemiş, teşvik de etmemiştir. Olanın Yüce Allah’tan gelen kesin bir kader olduğuna rıza ile de ilgisi yoktur.
İşaret ettiğimiz üç örneği misali olarak alalım.
Müminlerden doğan sebeplerle ve aynı anda da O’nun kaderi ile meydana gelen Uhud bozgunu:
“De ki: O kendi tarafımzdandıı: Doğrusu Allah her şeye kadirdir. İki topluluğun karşılaştığı gıınde başınıza gelen Allah ’m izniyle- dir. ” (Al-i İmrân, 165-166)
Allah Tealâ müminlerden bu kesin kadere teslim olmalarını istemiştir:-
“Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Allah, işlediklerinizden haberdardın Kederden sonra, birtakımınızı kendinden geçirecek şekilde size huzur ve emniyet indirdi. “ (Al-i îmran, 153-154)
Fakat bu, bozguna teslim olup oturarak içinde bulundukları kötü durumu, O’nun kesin kaderidir, ne yapılsa ondan kurtulunamaz gerekçesiyle değiştirmek için çabalamalarını mı emrediyor? Asla! Komutan, arkadaş ve bir mürebbi olan Resüluliah’ın (s.a.) o durumdaki tavırları bu olasılığın tamamen tersinedir. Müslümanları (yaralı olmalarına rağmen) düşmanla yeniden karşılaşmak için topladı. Bozgunun izleri ne vücutlarından ne de benliklerinden henüz silinmemişti. Allah Tealâ müminlerin bu tutumunu övmüştür:
“Kendileri savaşta yara aldıktan sonra Allah ve peygamberin çağrısına koçanlara, hele onlardan iyilik edip sakınanlara büyük mükâfat vardır. ”
“İnsanlar onlara; 'Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun.' dediler. Bu, onların imanını artırdı da; 1Allah bize yeter, o ne güzel vekildir! ’ dediler ”
“Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan, Allah tan nimet ve bollukla geri döndüler; Allah ’ın rızasına uydular. Allah büyük, bol nimet sahibidir. ” (Al-i îmran, 172-174)
Onlar (aynı anda kendilerinden olan sebeplerle de olsa) O’nun kaderiyle bozguna uğramışlardı. Diyorlar ki: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” Kötü durumdan yeni bir duruma çıkmadan Yaradan’a tevekkül ediyorlar onlar. Allah Tealâ’nm önceki kaderi de yeni bir kaderini aramalarına engel olmuyor. Yüce Allah’ın önceki kaderi işledikleri bir hata yüzünden onlara musibet getirdiyse, Yaradan1 m başka bir kaderine, ortaya koydukları bir amelle koşuyorlar: Allah’a ve Resûlüne uyma. Yani, hataya düştükleri tavırlarının ardından doğru olan bir tavırla. O da Yüce Allah’a tevekkülle beraber, sebepleri de elinde tutmak... Böylece onların hissinde, Allah Tealâ’nın kaderine teslim olmakla, olayı değiştirmek için çalışma arasmda bir çelişki kalmıyordu.
Anvas vebasında, Halife veba haberini öğrenince askere geri çekilme emri verdi. Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.) ona; “Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? deyince; Allah'ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” demişti. Halife Ömer’in (r.a.) kaza ve kader konusunu anlayışındaki üstünlüğe işaret eden veciz bir sözdür bu. Veba, insanlara bilfiil isabet etmiş bir kaderdir. Ama henüz, Hz. Ömer ve ordusuna bulaşmamıştır da. Kaçınmaya çalışması zorunludur. Bu da O’nun kaderiyle olacaktır. Allah Tealâ nm veba takdiri, vebadan kaçma takdirine engel değildir. Hz. Ömer, kurtarıcı zannettiği sebepleri denemiş ve O’nun takdiri ile de kurtulmuştur.
Kureyş’ten müslümanlara gelen işkenceler (ki, Yaradan’ın davetinin başında cahiliyelerle yüzleşen mümin cemaatlerden hiçbirinde değişmeyen kanundur) O’nun kaderi ile meydana gelen bir olaydı. Ve de O’nun bildiği bir hikmeti vardı:
“Allah elbette doğrulan ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır. ” (Ankebût, 3)
Bu, Resûlullah (s.a.) ve müminleri değiştirme çabalarından alıkoydu mu? Kimi zaman bazı müşriklerden himaye istiyor, bazen de Habeşistan a hicrete izin veriyordu. Ta ki, son olarak Medine’ye hicret izni gelinceye kadar.
Asla! İşkencenin varlığı, Yaradan’m kaderi ve O’nun kesin olan kanunlarından bir kanun gereğiydi. İşkenceden kurtulmak için çalışma onun Yaradan’ın kaderiyle olması açısından engel teşkil etmez. Çabalar sonuç verirse bu da O’nun kaderiyledir!
İşte bunun için ümmetin ilklerinde Yaradan’m kaderine teslimiyet, O’nun yeni bir takdirini arayış çabalarıyla çelişmiyordu. Ümmetin özelleştiği noktalardan biridir bu: İradeyi kaldıran kuru bir teslimiyetle, teslimiyet tanımayan serbestlik arasında dengeyi bulma...
Peki bu denge, sonunda O’nun kaderine teslimiyet iddiasıyla, değişiklik için çalışmaya terke nasıl dönüşüverdi?
Doğru bir kaza-kader inancı müslümanın bilincinde, hayatını o inanca göre yürüttüğü, büyük ve değerli bir dengeye ait noktaları temsil eder. Bir de bu, Allah Tealâ’nm zatı, isimleri, sıfat ve fiilleri ile ilgili bir hakikattir; bu açıdan da inancın aslmdandır. Lâ ilâhe illallah ın özündendir. Çünkü, Yaradan’m mülkünde O’nun takdiri olmadan bir şeyin meydana geldiğini kabul etmek, açık bir şirktir.
Aynı zamanda da mümin bir insanın hayatında önemli gerekleri olan bir inançtır bu. Bu, insanın tavır, düşünce ve tasavvurlarında doğru İlâhî bir yöntemle hareket etmediği zamanlarda karşılaştığı çok yönlü olaylarda denge unsurudur. İnsanın O’nun bir smırı olmayan azametini ve her şeye olan egemenliğini, her şeyin O’nun iradesiyle olmasını kavraması, insanı hiçbir şey yapmayan bir şey üretimine götürmeyen olumsuz bir olgu olabilir!
İnsanın kendi kişiliği, çalışma ve tasarruf gücünü, düşüncesi ve cismiyle ürettiğini görmesi de eylem ve olumluluğuna aldanarak onu ilâhlık, inkâr ve azmaya götüren bir olgu olabilir. Başka bir açıdan da insanın, Yaradan’ın azametini ve kudretini ve her şeyin O’nun dilemesiyle olmasını bilmesi, insana, O’nun evrenin yapışma ve insan hayatına koyduğu kanunları unutturan bir olgu da olabilir!
Nitekim insanın evrenin ve insanların hayatının üzerinde yürüdüğü kanunlardaki düzeni bilmesi inşam, Yaradan’m kaderini tamamen unutmaya ya da görmezden gelmeye ve sebeplere adeta onlarla kesin sonuçlara gidecekmiş gibi kesin kanunlar olarak bağlanmaya da götürebilir.
Üçüncü bir açıdan da, o çalışsa da çalışmasa da, istese de istemese de her şeyde Yaratan’m dilemesinin egemen ohnasmı tanıması, insanı olayların akışını değiştirmede etkili olamaz gerekçesiyle çalışmayı terke ya da sonuca götürmeyecek kadar kolay bir çalışmayla yetinmeye de götürebilir!
Aynı şekilde insanın olayların, seyrinde çalışmasının etkisini ve olayların çalışmasının çeşit ve miktarına bağlı olduğunun bilincinde olması onun, çalışmasıyla aldanmaya ve kendi kaderini kendisinin yaptığı, dilediği gibi ona egemen olabileceği zannına götürebilir!
Hinduizm ve Ruhbanlık birinci tip sapmanm örneğidir: Olumsuzluk, sebepleri tamamen unutma, amel ve üretime gerek duymama... Modem cahiliye de ikinci tipin açık örneğidir: İnsanm büyük bir kişilik bilinci, sebeplere aldanma, çalışmasına güvenip kendi kaderini kendisinin yaptığını zannetme...
Avrupa “kalkınma”sına kilise ve dine karşı bir düşmanlıkla başladı. Yani, gerçekte o, soğuk Hıristiyan kilisesinin cahiliyetinden çıkıp, son yüzyılda zirvesine vardığı çağdaş cahiliyeye girdi.
Onlar için karanlık olan Ortaçağ cahiliyesinde insan, çeşitli baskılar altında haklarından mahrumdu. Ruhî, fikrî, malî ve siyasî aşırılıkları ile kilisenin baskısı, siyasi, ekonomik ve sosyal baskısıyla derebeylik, yaygın cahiliyet, yüzeysel tasavvurlar, dar ufukluluk ve önemsiz amaçlar; hep bu baskı çeşitlerindendi.
Ortaçağ’dan sonra AvrupalIlar bir yandan müslümanlardaki bilimlere kapılarını açarken bir yandan da haçlı seferleriyle onlarla içli dışlı oldular. Ve durum değişti. Oradaki “insan” varlığım algılamaya başladı. Ama İslâm’ın koyduğu istikamet ve ölçülerde değil. Müslümanlar- dan bilimlerini ahp, maddeci uygarlıklarını kurdular ama İslâm’ı almayı kabul eünediler. Bunun için de orta yolu bulamadan çelişkiden çelişkiye yuvarlandılar.
Ortaçağ cahiliyesindeki insanın itilmişliği oranmda çağdaş cahili- yede benlik bilinci belirdi . Sebepleri bilmeme oranında da sebeplere aldanma ortaya çıktı. Çalışma ve çalışmanın hayat gerçeğindeki etkileri o yüzyıllarda ne kadar önemsiz görüyorsa, bu yüzyılda da çalışma o derecede^ bir fitne ve etkileriyle aldatıcı bir hülya durumuna geldi.
Avrupa’daki kalkınmayla beraber, İlmî ve maddî açıdan öne geçme geldi. Bu da şişirildikçe şişirildi ve insanlara bu çağdaş cahiliyele- rinde ilmin ilâh, kader ve her şeyi yapan, egemen olan olduğu hayali sunuldu.
Çağdaş cahiliyenin hissinde dini bütün kimse kalmadı. Ona göre - insan- hayatını, hoşuna gittiği gibi düzenliyor, kaderini o yazıyor, tarihi ve olayları o meydana getiriyordu.
Kendisiyle bu derece aldanırken başka bir taraftan da dış sebeplerle aldanıyordu. Bilim ona diyordu ki: “Tabiat kanunları adı verilen kesin kanunlar vardır. (Kilisenin ilâhını reddettiklerinden) Kainattaki kanunları da Yaradtan’a nisbet etmiyor ve kilisesi, yükümlülükleri olmayan yeni bir ilâha nisbet ederek ona “tabiat” admı veriyorlar. Yaratma ve yürütme de ona ait oluyordu.”
Eh, kanunlar -onlara göre- kesin olduğuna göre kadere de yer yoktur! Olacağı kesin olan bir şeyi değiştiremeyeceğine göre kaderin fonksiyonu ne? Halbuki gafletlerinden, evrende yürüyen belli kanunların varlığının bizzat, yaratıcı Allah Tealâ’nm göklerin ve yerin yaratılmasında belirlemiş olduğu kaderin ta kendisi olduğunu unutuyorlardı. Kendi kafalarına göre de (gafletlerinden) -bu kanunların, dilediği zaman O’nun iradesiyle değişebileceğini de reddetmişlerdir- mucize ve harikulâdeleri, O dilediği zaman evrendeki düzenin tamamen değişmesini de kabul etmediler!
Bilimleri (ya da gafletleri) geliştikçe, insan hayatına (hatta insana) maddî âlemde olduğu gibi kesin kanunların egemen olduğunu ortaya çıkardılar. Bu kesinlikte maddeci tarih görüşünde,[2] duyguların şekilli ifadesinde[3] ve insan tavırlarının cinsel yorumunda[4] ortaya çıkmıştır. Sosyal, ekonomik ve diğer teorilerde insan bu kesinlerin rahmetine terk edilir, hatta açık zulmüne bırakılır.
Sonra da -cahilî inatlarıyla- insanlık hayatındaki hidayet dönemlerini görmezlikten geldiler. Halbuki hepsi O’nun takdiri ile olmuştu. Ve kasten, bu hidayet dönemlerinin, özellikle İslâm’la gelen büyük hidayet döneminin insanlık hayatındaki etkilerini yok saydılar!
Tarihte, başka cahiliyeler de bulunmuştur: Negativizm, pasiflik ve ilâhların ne yapacağım bekleme, fert ve toplumların hayatında olacak şeyleri gözetleme...
Budizm, Hinduizm ve ruhbanlık ve mistisizm ve boş oturmanın, insanın dünyada faal bir güç olduğuna veya çalışmasının hayatında bir eseri olacağına inanmamasının çeşitlerindendir.
Hepsi insanın “fena”sına [5] çalışmıştır. Bu fenaya, onların ilâhı temsil eden “en büyük varlıkta” en büyük fenaya götüren ruhların değiş tokuşunda veya cesedin kahredilip ezilmesi yoluyla (ruh ondan sıyrılarak) fenaya ulaşma veya kilise içindeki negativizmle fenaya enne ya da herhangi bir fena çeşidi...
Bu saplantıların hepsinin belirgin özelliği, üzüntü, hüzün ve içine kapanık olmaktır. Bir diğer saplantıda da aşın delilik, lezzetler peşinde koşma, içyapmm ıslahından uzaklaşma ve benliğin dışına taşma olarak karşı tarafı oluşturabilir.
Şu ikrzıt uç arasmda, İslâm’daki doğru şekliyle kaza-kader inancı gelip, evrende ve insan hayatmda oluşan herşeyde Yaradan’m egemenliğini vurgular: Aynı anda da insanın faaliyetini kaldırmaz, çalışmayı ve sebeplere sarılmayı yasaklamaz.
Müslüman tam bir denge içinde evrende ve onun hayatında olan her şeyin o, İnsanî ortama çıkmadan önce O’nun tarafından takdir edildiğine inanır:
“Yeıyüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce O, kitapla bulunmasın. Doğrusu bu Ak lalı }a kolaydır. ” (Hadîd, 22)
Aynı zamanda da ona çalışmak ve sebeplere tutunmak düştüğü ve dünyada olanların tuttuğu (ya da bıraktığı) sebepler ve yaptığı işin çeşidine göre olduğuna da inanır:
“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde bozgun çıkar... ” (Rûm, 41)
“Eğer kasaba halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. ” (A’raf, 96)
“Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola gelmelerini emrederiz ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. ” (İsra, 16)
Böylece (müslüman) zatî varlığını hisseder, çalışır, kendi nefsiyle, ameliyle ve sebeplerle aldamnadan sebeplere de bağlanır. Ve inanır ki: Olacak her şey, Yaradan’m katmda takdir edilmiştir ama bu onu çalışmadan, sebeplere bağlamnadan da alıkoymaz.
Kimi insanların hissinde bir çelişki olabilir fakat müminin hissinde, yeryüzündeki halifelik görevinde yardım edip, dünyada çalışırken kalbi O’na açılmış duruma getiren güzel ve üstün bir dengedir.
Sebeplere, Yaradan’a ibadet ve O’nun işleyen kanunuyla hareket etmek için bağlanır o. Elde ettiği sonucu da, tuttuğu sebeplerin sonucu değil de, O’nun belirlediği kader olarak görür. Çünkü sebeplerin bizzat kendisi sonuca kesinkes götürmez; ancak Allah’ın kaderi ile olabilir bu. Allah Tealâ, sebeplerin sonuca götürmemesini dilerse, bilfiil uygulanan, Allah Tealâ’nm iradesi olur, sebepler değil.
İşte, müslümanla, oradaki veya şuradaki cahili rakipleri arasındaki asıl fark da budur. Biri oturup, insan olarak bulunmasının kıymetini belirleyemez, öbürü de, onun hissinde rablermiş gibi sebeplere aldanır.
Gerçek bir müslüman O’nun kaderine imanda, varlıktaki hiçbir müminden aşağı kalmaz. Kendi yeryüzündeki misyonunu da unutmaz. Çünkü O’nun takdiri insanın yeryüzünde halife olmasını, gökler- dekilerin ve yerdekilerin hepsinin onun hizmetine verilmesini, yarattıklarının çoğundan üstün ve değerli olmasını, yeryüzünde kaderine bir perde olmasını dilemiştir.
Öbür taraftan sebepleri elde tutmayı, sebep-sonuç kanununu kavramada, sebeplere en çok yapışan insandan da aşağı kalmaz. Ama onun hissinde, Yaradan’m kaderi olmadıkça ne kesin ne de nihaî değildirler.
Modern cahiliye, İslâmî düşünceye yüzeysel bir gözle bakıp, o gaybî, sebebiyet kanununa inanmayan bir düşüncedir, diyor. O bu sözüyle, dar ufkunun kavrayamayacağı bir konudaki cahilliğini ortaya koymaktadır. Evet doğru, İslâmî düşünce gaybîdir. Çünkü gayba inanır, Yüce Allah'ın kaderine inanır. Ama aynı anda da aklî ve İlmîdir. İlmi araştırmalardaki deneysel yöntemi bulup, Avrupa’ya sunan odur. Bu yöntem baştan sona, tecrübe, sebep-sonuç ilişkilerine dayanmaktadır. Fakat Müslüman Allah Tealâ’nm kanunları ile yürürken O’nun asla sınır tanımayan uçsuz bucaksız iradesine de kalbini kapamaz.[6]
Aynı anda aklî, İlmî ve gaybî olan bu düşüncenin özelliği, dış sebeplerin oluşudur. Bilir ki, O, Yaradan’m kaderi ile olmuştur. Hitler’in başına gelen onun başma gelmez: însamn yapabileceği her şeyi yapmış fakat, çabalan boşa çıkmca intihar etmiştir. Allah Tealâ’nm bütün sebeplerin ötesindeki takdiri olan sonuca dayanamamıştır.
İşte bu üstün inanç, ümmetin ilk nesillerinde mucizelere benzer eserler koymuştur ortaya... Ya yüzyıllar geçtikçe ne oldu bu inanca da, Budizm’in, Hinduizm’in ve Ruhbanlığın düştüğü duruma düştü?
Sorumluluktan uzak, değiştinneyle ilgisi olmayan umutsuzluğa nasıl dönüştü? Sonunda hepsi bu, fikrî, İlmî ve maddî zaafı ve bütün şer güçlerinin her taraftan İslâm’ın köklerini dünyadan kazımak, müslü- maniann halini gündeme getirerek, İslâm’ı bu dar iddiasıyla İslâm’dan nefret ettirmeye çalışanları üzerine çeken geri kalmışlık nedir?
Dediğimiz gibi, inancın şekli değişmedi. Ama cevher, kesinlikle büyük bir değişmeye uğradı. Ona da, “Lâ ilahe illallah”a ve diğer ibadetlerin başına gelen isabet etti: Gerçek içeriğinden çıkarıldı.
Kaza ve kader inancı da bu arada, grupların etrafında tartıştığı, İslâmî eğitim için bir yöntem olmayan kelâm konulan haline geldi! Çözüm bulabilmek için zihnin yorulduğu felsefî problemler... Ümmetse eğitilmiyor. Kimse de, kaza-kader inancının gerçek İslâmî şekliyle eğitimdeki kıymetine dikkat etmiyor! Tıpkı, tevhit inanışının, somut ve soğuk kelâm araştırmalarına dönüştüğü gibi, zihnî, vicdanı hareketlendirmez, amelî bir tavra götürmez... Kalpte imam yerleştirecek yerde, şüpheleri artırır! Araştırmacılar da onu “inanç” diye ele alırlar. Böylece insanların canlı yaşamından, davetin ve eğitimin gereklerinden uzaklaşıp, “kelâm”la beraber dönerler!
Ve “çağdaş müslümanların” daha önce Avrupalı beylerinin sıyrıldığı gibi kaza ve kader inancından sıyrıldıkları dönem gelir. Derler ki: Gerilememizin sebebi olan gaybî düşünceyi bırakmak istiyoruz. Bizim İlmî ve ilerici bir düşüncemiz olmalı... Kaza ve kaderle beraber hep, anarşi, cahillik, çözülme ve gerileme vardır. Kader nasıl karışsın, her- şey bin defa hesaplanmıştır!
Allah Tealâ’mn şu sözündeki anlamı unutuyorlar bunlar:
“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler. ” (En’am, 44)
Hatta, gerçekleşmesi ileriye yönelik olan bu gayptan da önce gözlemleri altında olan daha yakın hissî olayları bile unutuyorlar. Hesaplarıyla, O’nun kaderine bütün kapıları kapadıklarını zanneden plancılar, hesap adamları önlerinde ansızın yayılıveren hastalıkları görmezden geliyorlar. Her çeşitten hastalık: Psikolojik, sinirsel, aklî, vücut, ahlâkî, sosyal, fikrî, siyasî, ekonomik... Hiçbiri hesapta yoktu!
Alerjik hastalıklar hesapta var mıydı? AIDS hastalığı hesapta var mıydı? Yaralama olaylarının bu denli artışı hesapta var mıydı? Avrupa’nın batısı ve Amerika’daki anormallikler, uyuşturucular hesapta var mıydı?
Bu ve diğerleri gayptaki Yaradan’ın kaderiyle gerçekleşmesinden korkulan bir şeye işaret ediyor:
"Kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler. Âlemlerin Rabbi olan Allah ’a ham dolsun ki, zulmeden milletin kökii böylece kesildi. ” (En’am, 44-45)
Bugün müslümanlar, yüzyıllar boyunca zihinlerinde sarsılan kaza ve kader kavramını düzeltmeye muhtaçtırlar. Son yüzyılları kuşatan negativizm de değil, bugün Batı cahiliyesinden gelen fikir emperyalizmiyle İslâm âlemini kuşatmasından korkulan sebeplere aldanma yoluyla da değil.
Müslümanlar, insan hayatında -doğru olan şekliyle- üstün dengeyi temsil eden inanca muhtaçtırlar.
MUHAMMED KUTUB
Çeviri: Nureddin Yıldız
---------------------------------------------
[1] Levh-i Mahfuz: Allah’ın ezelî ilminin, kâinatta olmuş ve olacak şeylerin yazılı olduğu levha. (Mütercim)[2] Marksizm’e göre.
[3] PraktisiznTe göre.
[4] Freud’a göre.
[5] Fena: Yok olma, son bulma, insanın varlığının, benliğinin bütünüyle yok olması
veya başka bir varlıkla kaybolması (Mütercim)
[6] Müslümanlardaki gerçek kaza-kader inancını kavramaktan âciz olduğunu iddia eden veya gerçekten âciz olan çağdaş cahiliyenin tuhaflıklarından biri de, insa- . nın faaliyetine inanmasıyla, insana hakikî bir varlık ve irade tanımayan tabulara inanması arasındaki çelişkisidir. O, ya bu çelişkiyi fark edemedi ya da varlığında bir sakınca görmüyor. Bir yandan da müsİümanın inancında bir çelişkinin varlığına işaret ediyorlar. Ama gerçekte müslüman, bir dengededir, rahattır. Yeryüzünde O’nun kaderinden mutmain olarak yapacağını yapar.
İmsak | 05:45 | ||
Güneş | 07:10 | ||
Öğle | 12:55 | ||
İkindi | 15:58 | ||
Akşam | 18:30 | ||
Yatsı | 19:49 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Galatasaray | 8 | 22 |
2. Samsunspor | 8 | 18 |
3. Beşiktaş | 7 | 17 |
4. Fenerbahçe | 7 | 16 |
5. Başakşehir | 7 | 14 |
6. Göztepe | 7 | 12 |
7. Eyüpspor | 8 | 12 |
8. Konyaspor | 8 | 11 |
9. Bodrumspor | 8 | 10 |
10. Trabzonspor | 7 | 9 |
11. Alanyaspor | 8 | 9 |
12. Kasımpasa | 8 | 8 |
13. Sivasspor | 8 | 8 |
14. Antalyaspor | 8 | 8 |
15. Rizespor | 8 | 7 |
16. Gaziantep FK | 7 | 5 |
17. Kayserispor | 7 | 4 |
18. Hatayspor | 7 | 3 |
19. A.Demirspor | 8 | 1 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Kocaelispor | 8 | 16 |
2. Karagümrük | 8 | 15 |
3. Erzurumspor | 8 | 15 |
4. Manisa FK | 8 | 14 |
5. Ümraniye | 8 | 14 |
6. İstanbulspor | 8 | 13 |
7. Keçiörengücü | 8 | 13 |
8. Esenler Erokspor | 8 | 12 |
9. Bandırmaspor | 8 | 12 |
10. Amed Sportif | 8 | 12 |
11. Igdir FK | 8 | 11 |
12. Gençlerbirliği | 8 | 11 |
13. Ahlatçı Çorum FK | 8 | 10 |
14. Ankaragücü | 8 | 10 |
15. Pendikspor | 8 | 10 |
16. Şanlıurfaspor | 8 | 10 |
17. Boluspor | 8 | 9 |
18. Sakaryaspor | 8 | 7 |
19. Adanaspor | 8 | 6 |
20. Yeni Malatyaspor | 8 | -3 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Liverpool | 7 | 18 |
2. M.City | 7 | 17 |
3. Arsenal | 7 | 17 |
4. Chelsea | 7 | 14 |
5. Aston Villa | 7 | 14 |
6. Brighton | 7 | 12 |
7. Newcastle | 7 | 12 |
8. Fulham | 7 | 11 |
9. Tottenham | 7 | 10 |
10. Nottingham Forest | 7 | 10 |
11. Brentford | 7 | 10 |
12. West Ham United | 7 | 8 |
13. Bournemouth | 7 | 8 |
14. M. United | 7 | 8 |
15. Leicester City | 7 | 6 |
16. Everton | 7 | 5 |
17. Ipswich Town | 7 | 4 |
18. Crystal Palace | 7 | 3 |
19. Southampton | 7 | 1 |
20. Wolves | 7 | 1 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Barcelona | 9 | 24 |
2. Real Madrid | 9 | 21 |
3. Atletico Madrid | 9 | 17 |
4. Villarreal | 9 | 17 |
5. Osasuna | 9 | 15 |
6. Athletic Bilbao | 9 | 14 |
7. Mallorca | 9 | 14 |
8. Rayo Vallecano | 9 | 13 |
9. Celta Vigo | 9 | 13 |
10. Real Betis | 9 | 12 |
11. Girona | 9 | 12 |
12. Sevilla | 9 | 12 |
13. Deportivo Alaves | 9 | 10 |
14. Espanyol | 9 | 10 |
15. Real Sociedad | 9 | 9 |
16. Getafe | 9 | 8 |
17. Leganes | 9 | 8 |
18. Valencia | 9 | 6 |
19. Real Valladolid | 9 | 5 |
20. Las Palmas | 9 | 3 |