EHLİYET
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz ki Allah size ne güzel öğüt veriyor! Muhakkak Allah her şeyi işitendir, her şeyi görendir.”
(Nisâ sûresi 4/58)
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (âlimlere ve âmirlere) de. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûl'e götürün; bu hem daha hayırlı hem netice bakımından da daha güzeldir.”
(Nisâ sûresi 4/59)
Bu iki âyette önce emanet ve ehliyet, sonra adaletle hükmetme daha sonra da itaat üzerinde durulmaktadır.
Bedevîlerden birisinin, “Kıyamet ne zaman kopacaktır?”sorusuna cevaben Rasûlullah (s.a.s.):
“Emanet zâyi edildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu.
Bedevî:
“Emanet nasıl zâyi olacak?”diye sordu. Rasûl-i Ekrem de şöyle buyurdu:
“İş, ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!”
(Buhârî, İlim, 2, Rikâk, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 361.)
Herhangi görevi, ehli olmayana vermek, verilmesine torpille sebep olmak hem ehliyete hem o makama hıyanettir.
Bu hıyanet, o görevin o makamın kıyameti demektir.
Bu hıyanete kim sebep olursa, o ehliyetsizlik devam ettiği müddetçe o günaha kötü örnekliği sebebiyle de amel defterine günah olarak yazılır.
Eğer ehilse, bu kimseye torpil yapılabilir mi?
Başka ehil yoksa o kimseye sebep olmak torpil sayılmaz, ehil olana sebep olduğu için sevap sahibi olur. Ehliyetin, liyakatin ne olduğunu bilen, o sahayı bilen ehliyet ve vicdan sahibi kimselerin o ehil insan hakkında referans olmaları caiz belki lazımdır.
İşe talip olup ehliyeti zayıf olmasına rağmen, birilerinin de haberi olmadığı halde o ismi referans yazmak da caiz olmaz. Referans sahibine bildirilir de uygun görürse caiz olur.
İki ehil insan varsa, ikisinden birisini tercih etme işini adalet sahibi komisyona havale etmek en doğru olandır.
İki ehilden, birisi daha ehilse, daha ehil olan için akrabalık bahanesiyle devreye girmek caiz görünse bile töhmet sahası olduğu için sebep olmaktan sakınmak daha uygun olandır.
Hz. Ömer (r.a.), kendisinden sonra Hz. Osman’ı (r.a.) seçecek heyetin içine, ehil ve aşere-i mübeşşere’den olmasına rağmen kaim biraderi olduğu için akrabasını kayırma ithamından korunmak için Said bin Zeyd’i (r.a.) o listenin içine koymamıştır.
İdarecilik istenebilir mi?
İslâm’da idareci olma isteği, zarûret yoksa ve ehil olan başka kişiler var ise câiz değildir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Ebû Zer’e valilik görevi vermemiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey Ebû Zer! Sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o (idarecilik) kepazelik ve pişmanlıktır. Yalnız onu hakkı ile alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesnadır.”
(Müslim, İmâre, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 173.)
Abdurrahman b. Semüre de âmirlik isteyince Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Ya Abdurrahman! Emirliği/idareciliği isteme. Çünkü isteyerek sana verilirse onunla baş başa bırakılırsın. İstemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün.”
(Buhârî, Ahkâm, 5, 6; Müslim, İmâre, 13; Ebû Dâvûd, İmâre, 2; Nesâî, Kudât, 59; Tirmizî, Nüzûr, 5; Dârimî, Nüzûr, 9.)
Kendisi ehilse, başka ehil de yoksa, idarecilik ağırdır diye o görevden kaçmak caiz değildir. Belki talip olmak vacip olur.
Buna delil olarak Yusuf aleyhisselam’ın idarecilik talebini delil olarak gösterebiliriz.
Hz. Yusuf aleyhisselam’ın idarecilik isteği ile ilgili âyetler:
“Kral dedi ki: Onu (Yusuf’u) bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca: Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin, dedi. (Yusuf): "Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim" dedi. Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.”
(Yusuf sûresi 12/54-56.)
“Emanetler” nelerdir?
İnsana verilen herşey; akıl, can, nesil, mal ve din; dini oluşturan Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler; âlimlerimizin bize bıraktığı eserler; İslam Medeniyeti ve medeniyetimizi ifade eden ecdadın bize bıraktığı tarihî eserler, kütüphaneler ve müzeler; içinde yaşadığımız evren, yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz; aile ve aile fertleri, sahip kılındığımız mal-mülk, kendi ruh ve cesedimiz, ömrümüz, sorumlu olduğumuz makamlar; bize emanet olarak tevdi edilen amme malları ve bize verilen sırlar emanettir.
Başkalarının kanları, malları, şerefleri, namusları ve haysiyetleri de birer emanettir, koruma altındadırlar ve birbirlerine haramdır.
Ehliyet; ictihad, idarecilik, İslam’a davet gibi hususlarda çok daha önemlidir.
İctihadda ehil kimse, ictihad şartları kendisinde bulunan kimsedir.
Müctehid, Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ve ictihad etme melekesine sahip olan kişidir.
Müctehid, ictihadın şu şartlarına sahip olan kişidir:
Arap dilini, Kur’ân-ı Kerîm’i, Sünnet’i, fıkıh usûlünü, kıyası, hakkında icma’ ve ihtilaf edilen konuları, fıkhın konularını, şerîatin maksat ve gayelerini, hakkında ictihad yapılacak ve ictihad yapılamayacak konularını bilmek, ictihad kabiliyetine sahip olmaktır.
Devlet başkanlığına ehil olan kimsenin şartları:
Müctehid olmak veya yanında müctehid bulundurmak, harpte ve askerî meselelerde basiret sahibi olmak, cezaları tatbike, suçlulara cezalarını vermeye ve mazlumun hakkını zalimden almaya güç yetirebilmek, âdil olmak, mükellef-âkıl ve bâliğ olmak, erkek olmak, hür olmak, hükmünü geçirmeye ve emrinden çıkanı yenmeye gücü yetmektir.
İslam davetçiliğine ehil olmanın şartları:
Davasına inanması, davet ettiği davayı bütün incelikleriyle bilmesi, davet ettiğini yaşaması, davetinde sabır ve sebat göstermesi, davetinde merhametli olması, davetinde tevazu sahibi olması, daveti Allah için yapması, bulunduğu çevreyi ve o çevreye isabetli ve doyurucu çareyi bilmesidir.
ADÂLET
Lügatte adâlet; istikâmet, doğru tutmak, doğrultmak, işlerde orta yol, ifratın ve tefritin ortası, zulmün zıddı olan insaf, eşit kılmak, dengeli olmak, denge kurmak, ceza, karşılık, suçluya ceza, suçsuza mükâfat vermek gibi manalara gelir.
(Sa’dî, Ebû Ceyb, el-Kâmûsu’l-Fıkhî, s. 243-244; Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 147.)
Istılahta adâlet; itidal, istikâmet ve hakka meyletmektir.
(Cürcânî, a.g.e., s. 147.)
Bir kimsede ehliyet olsa ama adâlet yani istikamet ve dürüstlük olmazsa, o kimse milletin başına bela olur. Eğer ehliyet olmaz da adâlet olsa, başarılı ve faydalı olamaz hem kendisine hem meşgul ettiği makama zulüm olur.
Zulüm, bir şeyi maksadın dışına koymaktır ki ehil olmayan kimse ehliyet gereken makama kendisini koymuş olur.
Allah Teâlâ zalimleri sevmez (Bakara sûresi 2/57, 140; Şûrâ sûresi 42/40), başarıya da ulaştırmaz.
Eğer ehliyet olur da itidal, istikamet ve hakka meyil kabiliyeti varken Hakk’a itaat yani Hakk’a uygun uygulama yoksa, ehliyet ve adâlet yok hükmünde olur.
İslâm’ın bütünü; iman, ibadet, ahlâk ve ahkâmdan ibarettir. Bunlar arasında ahkâm, şu dört temel üzerine kurulmuştur: Adâlet, eşitlik, kolaylık ve maslahattır.
“Dost ve düşmanınıza adâletle muamele edin!”
Hz. Ali (r.a.)
“Müslüman olsun olmasın, herkese adâletli davranın. Müslümanlar kerdeşleriniz, müslüman olmayanlar ise sizin gibi birer insandır.”
Hz. Ali (r.a.)
“Huzuruna gelen herkese hürmet edip eşit muamele yap. Ta ki zayıf, senin adâletinden ümitsizliğe düşmesin, kuvvetli de hak etmediği bir nimeti elde etme hayaline kapılmasın.”
Hz. Ömer (r.a.)
“Âbidin ibadeti, nefsini; âdilin adâleti âlemi ıslah eder.”
(Arap Atasözü)
Adâletin kısımları:
1. Allah’a Karşı Âdil Olmak:
Emrettiklerine tutunmakla ve yasaklarından sakınmakladır.
2. Nefsine Karşı Âdil Olmak:
Tâatleri artırmakla ve şüphelerden korunmakladır.
3. Halka Karşı Âdil Olmak:
Halka yönelik tutum ve davranışlarda insaflı olmakladır.
Bir hadîs-i şerîfte Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Hükmünde, ailesine ve velâyeti altında olanlar hakkında âdil davrananlar, kıyamet gününde nurdan minberler üzerindedirler.”
(Müslim, İmâre, 18; Nesâî, Âdâbü’l-Kudât, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 160.)
“Toplulukları idare edenler, adâletten ayrılıp zulüm ve haksızlık yaptıkları zaman; Allah o ülkede bereketini azaltır, her şeyde bir noksanlık ve darlık baş gösterir.”
Vehb b. Münebbih
Adâlet, herkes için ve her durumda toplum binasının huzurunu sağlayan temel bir esastır. Özellikle adâlet mahkemelerde tecelli etmelidir ki millette, idarecilere karşı güven hâsıl olsun.
Mahkemelerde adâletin tecelli etmesinin şartları:
a) Mahkemelerin verdiği hükmün dayanağının mutlak âdil olan Allah’ın hükümleri olması
Gerçek adâlet, ilâhî adâletin kaynağı Allah’ın hükümleri ile gerçekleşir. Bu konuda Allah Teâlâ şu iki âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
“Aralarında, Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Asla onların keyiflerine uyma! Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın!”
(Mâide sûresi 5/49)
“Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûl’e götürünüz. Bu hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.”
(Nisâ sûresi 4/59)
Hz. Peygamber (s.a.s.), âyette geçen “Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet!" emrini adâletle ilişkilendirerek “Kur'ân ile hükmeden, adâlet eder” (Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân, 1.) şeklinde tefsir etmiştir.
Demek ki hüküm, Kur’ân ahkâmına göre verilirse adâlet tecelli edebilir. Her mümin adâletin tecelli etmesini istiyorsa, kendi hukuk sistemine sahip çıkması gerekir. Hukuk sistemine sahip çıkması için de her Müslümanın lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi; lehine olana sahip çıkması, aleyhine olana da karşı çıkması gerekir ki hukuk hâkim, zulüm mahkûm olabilsin ve toplum fertleri de huzurlu olabilsin, gece-gündüz rahat etsin. Suçlu, suç işlediğinde cezasını, mazlum da hakkını alabilsin. İşte bu durum huzur sebebi olur.
b) Karar verecek hâkimin âdil olması ve sadece Allah’tan korkması
Hâkimin karşısında herkes; kâfir-mü’min, güçlü-zayıf, zengin-fakir, âmir-memur, devlet başkanı-halktan biri eşit olmalıdır.
Kâfir, haklı ise, kâfire "sen haklısın" denmeli ve hakkı mü’minde ise mü’minden alınıp kâfire hakkı verilmelidir; mü’min, haklı ise, mü’mine "sen haklısın" denmeli ve mü’minin hakkı, kâfirde ise kâfirden alınıp mü’mine verilmelidir.
Güçlü veya zengin yahut devlet başkanı, haksız iseler hakları onlardan alınıp zayıfa, fakire ve halktan olan kimseye verilmelidir.
Mahkemede adâletin gerçekleşmesinin en güzel örneğini Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu uygulamasında görüyoruz. Bu durumu Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle anlatıyor:
Hırsızlık eden Mahzûm’lu kadın, Kureyş’i üzmüş ve bunun hakkında Rasûlullah (s.a.s.) ile kim konuşacak? demişlerdi. (Bazıları): Buna kim cesaret edebilir! Ancak Rasûlullah’ın sevdiği Üsâme olabilir, dediler. Bunun üzerine onunla Üsâme konuştu. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuş:
“Allah’ın hadlerinden bir had hakkında şefaat mi ediyorsun?” Sonra ayağa kalkıp hitap ederek şunları söylemiştir:
“Ey insanlar! Sizden öncekileri (Allah) ancak şunun için helâk etmiştir: Onlar aralarından şerefli biri hırsızlık ederse onu bırakırlar, zayıf olan birisi çalarsa ona haddi tatbik ederlerdi. Allah’a yemin olsun ki, Muhammed’in kızı Fâtıma bile hırsızlık etseydi mutlaka elini keserdim!”
Bundan sonra emir buyurmuş ve hırsızlık eden o kadının eli kesilmiştir. Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir:
“Sonraları kadın güzelce tövbe etti ve evlendi. Bu işten sonra bana gelir, ben de onun ihtiyacını Rasûlullah’a arz ederdim.”
(Müslim, Hudûd, 8-9; Buhârî, Enbiyâ, 56; Megâzî, 53; Ashâbü’n-Nebî, 18, Hudûd, 12; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6; Nesâî, Sârık, 56; İbn Mâce, Hudûd, 6; Dârimî, Hudûd, 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 386, VI, 329.)
Mahkemede adâlet hassasiyetinin önemine ait şu misal de manidardır:
Bir defasında Ubey b. Kâ'b (r.a.), hilâfeti döneminde Hz. Ömer (r.a.) aleyhine dava açmıştı. Zeyd b. Sabit, hâkimlik görevini yürütüyordu. Hz. Ömer, mahkemenin huzuruna gelince Zeyd b. Sabit, halife olması hasebiyle ona hürmet gösterdi, Hz. Ömer ise; “Bu senin hükümdeki ilk adâletsizliğindir” ikazını yaparak davacı Ubey b. Kâ'b'ın yanına oturdu. Ubey'in delili yoktu. Bu durumda “Yemin davalıya gerekir” kuralınca Hz. Ömer'in yemin etmesi gerekiyordu. Hilâfet makamında bulunması hasebiyle Zeyd b. Sabit, Ubey'in bu haktan feragat etmesini istedi. Fakat Hz. Ömer, mahkemede hâkimlik yapan Zeyd b. Sabit'e, “Eğer senin nazarında Ömer ile herhangi bir adam müsavi değilse, sen bu göreve lâyık değilsin” diyerek sert bir karşılık verdi.
(Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, II, 93-94.)
İşte adâletin tecellisi ve zamanında otuz Türkiye büyüklüğünde ülkelerin fethedilmesini sağlayan devletin temelinin adalet olmasının ispatı.
Adâlet olunca huzur olur. Huzur ve kurtuluş İslâm’da var. Eğer biz Müslümanlarda, herkese ve her durumda İslâm’daki adâlet olunca o zaman ”huzur ve kurtuluş Müslümanda” diyebileceğiz. Henüz “Kurtuluş İslâm’da” diyoruz ama “Kurtuluş Müslümanda” diyemiyoruz. Ama düşmanların bizi İslam’da birleştirmesini istemiyoruz; bizim kendi irademizle birleşmemizi istiyoruz!
İTAAT
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ey İman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulu’lemr (âlim ve âmir olan kimselere) de. Eğer bir konuda çekişirseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız onu Allah (Kitab)’a ve Rasûl (Sünnet)’e götürün. Bu, daha hayırlı ve netice itibariyle en güzel olandır.”
(Nisâ sûresi 4/59)
Bu âyet-i kerîme hem mutlak itaati hem mukayyet itaati içine almaktadır.
1. İtaatin Kısımları
a) Mutlak itaat: Allah Teâlâ’ya ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’e yapılan itaattir.
b) Mukayyet itaat: Müminlerden emir sahiplerine yapılan ve Hakk’a uydukları, hakkı uyguladıkları müddetçe devam eden itaattir.
Âyet-i kerîmede hem Allah’a “itaat edin” emri hem Hz. Peygamber’e “itaat edin” emri ayrı ayrı zikredilmiştir. Ulu’l-emre “itaat edin” emri, ayrı olarak zikredilmemiştir. Çünkü Allah’a ve Hz. Peygamber’e itaat, mutlaktır ama ulu’l-emre itaat mutlak değildir. Zira Allah da hüküm koyucu, Hz. Peygamber de Allah’ın öğretmesiyle hüküm koyucudur. Ama ulu’l-emri oluşturan müctehid âlimler hüküm koyucu değil ancak hüküm çıkarıcıdırlar. Âmirler de hüküm koyucu değildirler. Yani Allah’a ve Rasûle itaat eden ulu’l-emre itaat edin demektir.
2. Ulu’l-emr iki kısımdır: Âlimler ve Âmirler
Âlimler yani müctehidler Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkardıkları müddetçe onları dinleyin ve uyun demektir. Zira helali ve haramı belirleyen, hüküm koyan, dinî konuda hüküm koyma kasdıyla emreden ve nehyeden ancak her şeyi en iyi ve en isâbetli bilen Allah Teâlâ, Allah’ın öğrettiği ve yetiştirdiği Rasûlüdür.
Kur’ân ve Sünnet’e uydukları yani İslâm Hukuku ile amel ettikleri müddetçe âmirleri dinleyin ve itaat edin demektir.
Devamındaki cümle, müctehidlere emirdir. Müctehidlerin Allah’a müracaatı Kur’ân’a müracaattır, Rasûl’e müracaatı da kavlî, fiilî ve takrîrî Sünnet’e müracaattır.
Emîre/âmire itaat ve isyan hakkında Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Bir de kim emîre itaat ederse bana itaat etmiş, kim emîre isyan ederse bana isyan etmiş olur.”
(Müslim, “İmâre”, 32, 33; Buhârî, “Cihâd”, 109; Nesâî, “Bey’at”, 27; İbn Mâce, “Cihâd”, 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 93, 244, 252.)
3. İtaatin Ölçüsü
Âmirlere itaatin ölçüsü hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman bir kimseye sevdiği, sevmediği (her) hususta (idareciyi) dinleyip itaat etmek gerekir, (Allah’a) isyan etmesiyle emr olunması müstesnadır. Eğer masiyet (haram olan şey) emredilirse ne dinlemek vardır ne de itaat.”
(Müslim, “İmâre”, 38; Buhârî, “Ahkâm”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 87; Tirmizî, “Cihâd”, 29; Nesâî, “Bey’at” 34; İbn Mâce, “Mukaddime”, 40.)
Özetle, Allah Teâlâ önce işleri ehline vermeyi, adâletle hükmetmeyi, kaynağı Kitap ve Sünnet olan İslâm’a göre itaati ve uygulamayı emretmektedir.
(Nisâ sûresi 4/58-59.)