Ünlü Batmanlı Alim Şeyh Fahrettin Arnasi

Şeyh Şeyda’ya intisap ederek ondan 'irşad' icazeti almıştır. Şeyh Muhammed Nurullah Hazretlerinin de hocalığını yapmıştır. Cebir ve matematik gibi ilim alanlarıyla da ilgilenmiştir. Ömrü vefa etseydi, medrese eğitim sisteminde köklü değişiklikler yapacaktı.

TASAVVUF 11.04.2021, 15:46 12.04.2021, 12:46 Ramazan Peri
Ünlü Batmanlı Alim Şeyh Fahrettin Arnasi

Şeyh Fahrettin, 1910 yılında, Mardin’e bağlı Midyat ilçesinin Amas köyünde doğmuştur. Babasınn adı Molla Abdullah’tır. Kendisi her ne kadar aslen Mardinli ise de daha çok Batman’da kaldığı ve ilmi faaliyetlerinin parlak dönemini burada geçirdiği için Batman’lı olarak kabul edilmektedir. Bölgede ilim ve faziletle tamnan ve seyyid olan bir ailedendir.

İlk eğitimini köyünde tamamladıktan soma 14 yaşında iken, Beşiri mıntıkasına gitti. İlim ve güzel ahlakla tanınan ve bölgede herkes tarafından sevilip sayılan Molla Haşan Tilmizi’ye öğrenci oldu. Burada öğrenimini tamamlayıp icazet aldıktan soma önce Bıleyder köyünde daha sonra da Basork köyünde imamlık ve müderrislik yaptı.

Talebelerine karşı son derece şefkatliydi ve bir arkadaş gibi davranırdı. Uzak diyarlardan ve özellikle Batı Anadolu’dan gelen talebelere medresede yer verir ve onlara özel ihtimam gösterirdi. Bu, ülke bütünlüğü ve toplum kardeşliği adına ne kadar ileri görüşlü olduğunu ve ilim adamının evrensel bir kimliğe sahip olması gerektiğini gösteren önemli bir davranış şeklidir.

Ömrünün kemale erdiği bir dönemde eğitim öğretimin yanı sıra daha engin bir manevî hayat yaşamak istedi ve Cizre’de ikamet eden ilim ve takva sahibi meşhur Nakşibendî şeyhi Muhammed Said Şeyda’ya intisab etti. Yaşımn 45 olduğu 1955 yılında ondan halifelik aldı. Artık bölgede ilim tedrisatı yanında irşad faaliyetlerini de yürütmeye başladığı için ‘Şeyh Fahrettin’ olarak tanınmaya başladı.

Bu sırada modern eğitim kuramlarında okutulan ilimlerle de ilgilendi. Bu konuda talebelerini de teşvik ediyordu. Molla Fahrettin, sahip olduğu azim ve kararlılıkla Diyarbakır İmam Hatip lisesi sınavlarını vererek bu okuldan mezun oldu. Sınavlarda gösterdiği olağanüstü başarı, hocalarını hayretler içerisinde bırakmıştı. Hatta cebir ve matematik öğretmenleri, “sanki cebir ve matematik bilimleri bu hoca tarafından keşfedilmiş” diyerek hayretlerini gizleyememişlerdi. Bu sırada yaşımn 45 ’i geçmiş olduğunu hatırlatmak isteriz. Molla Fahrettin, kısa bir süre Batman Ulu Camiinde kadrolu imam-hatiplik ve vaizlik yaptıktan soma Batman merkezinde bulunan Hacı Şirin Camii’ne geçti ve kendisini tamamen irşad ve tedrisat faaliyetlerine verdi.

Kendisini yakından tanıyan talebeleri ve halktan ileri gelen birçok zevat onun şu özellikleri üzerinde adeta ittifak etmektedirler:

Şeyh Fahrettin Arnasi

Şeyh Molla Fahrettin,

  • Son derece zeki,
  • İfade kabiliyeti ve hafızası güçlü,
  • Güzel hattı ve kıratı olan,
  • Seyyidlik vasfına yakışır bir izzete sahip,
  • Cömert,
  • Ağırbaşlı ve vakarlı bir zattı.

Bu özellikleriyle hem halk, hem de ilim erbabı arasında saygın bir yere sahipti. Bölgede yaygın bir gelenek olmamasına rağmen yazmış olduğu 10 civannda eserle de bu saygınlığım perçinlemişti. Ömrü vefa etseydi belki başka eserler de kaleme alacak ve medrese eğitiminde köklü değişiklikler yapmak amacıyla bazı projelere de imza atacaktı. Nitekim kendisinden önce bu konularda kafa yoran Üstat Bediuzzaman’mn kitaplarını okuduğunda onlardan çok etkilendi ve müellife bir mektup yazarak kendisini talebeliğe kabul etmesini talep etti. Bediuzzaman da ona bir mektupla cevap vererek muvaffakiyeti için dua etti. Bilindiği gibi Bediuzzaman fikirlerim risaleler şeklinde kaleme alıyordu. Molla Fahrettin’in de bundan etkilenerek eser yazmaya başladığı tahmin edilmektedir. [1] Bu noktada bir hususa dikkat çekmek gerekir:

Anlatılan yazışma olduğunda Şeyh Fahrettin,

  • Çok sayıda talebesi olan saygın bir müderris,
  • Şeyh Şeyda’ya intisap ederek ondan irşad icazeti almış bir mürşit,
  • Kırk beş yaşını aşmış, dolayısıyla düşünceleri oturaklaşmış olgun bir zattı. Bu durumdaki bir zattan beklenen, çevredeki geleneğe de uyarak, tedrisat ve irşada devam etmekten başka bir şey değildi. Ama Şeyh Fahrettin’in arayış ve gayretleri devam etmekteydi. Zira ilmin sonu olmadığı gibi her asra uygun metotlar da farklıydı. Bunu ancak hakikat aşığı ve insanlığa hizmet duygusuyla dopdolu olan kişiler kavrardı. Bu kavrayış seviyesidir ki onu Bediuzzaman’a mektup yazmaya sevk etmişti. Ancak düşünce ve projelerim hayat geçiremeden Batman’da, 1 Şubat 1972 tarihinde, 62 yaşında bir kalb krizi sonucu hakkın minnetine kavuştu.

Şeyh Fahrettin Arnasi

Tasavvufla İlgili Eserinin Tanıtımı

Yukarıda işaret dildiği gibi Şeyh Falnettin 10 civannda eser kaleme almıştır. Bunlardan birisi de, “Zülfıkarıı ’I-Hayderi fi Nusreti eş-Şevh Muhammed Said Sevda el-Cezerf (Kısaca, Şeyh Şeyda’yı Savumnada Hz. Ali’nin Kılıcı) adım taşımaktadır. Adından da anlaşılacağı gibi bu eserim, mürşidi olan Şeyh Şeyda’ının düşünce ve uygulamalarını savumnak üzere kaleme almıştır. Kitabın girişinde verilen bilgilerden anlıyoruz ki, bu eser Şeyh Şeyda’nın kaleme aldığı ve özellikle tasavvuf! düşüncelerini dile getirdiği kitaplarına tenkit yazan Vehhabî düşünceye sahip bir kişinin tenkitlerine cevap veya reddiyedir. Kitapta ne tenkit eden yazarın ne de eserinin adı geçer. Müellifimizin bu bilgileri bilinçli bir şekilde gizlemiş olduğu kanaatim taşımaktayız, zira böyle yapılmakla yanlış fikirlerin yayılması bir nebze engellemniş olmaktadır.

Yaklaşık 440 sayfa gibi bir hacme sahip olan Zülfikaru’l-Hayderî üç ana esas üzerine oturmaktadır:

  • Şeyh Seyda’nın kısa da olsa tanıtımı,
  • Vehhabi düşüncesinin reddi,
  • Bazı tasavvuf konuların savumnası...

Biz de bundan somaki satırlarda bu üç konuya kısaca değimneye çalışacağız. Bu arada kitabın, dipnot sistemi, noktalama işaretleri vb. bazı modem teknik uygulamalar hariç, tamamıyla akademik bir hüviyetle yazıldığını belirtmek isterim. Mesela,

  • Girişte kitabın ne maksatla yazıldığı, metodu ve planı detaylı bir şekilde açıklatmaktadır.
  • Kitap ana bölümler, alt başlıklar ve detay başlıklara bölünerek (fasıl-makale-mebhas şeklinde) tamamıyla moderin, kolay okunur bir sıralama ile planlanmış ve kaleme alınmıştır.
  • Bir reddiye[2] olmasına rağmen kitaba seviyeli bir tartışma üslubu hâkimdir.
  • Karşı tarafın fikirleri detaya girilmeden kısaca zikredilmekte ve ardından edep dolu ifadelerle cevap verilmektedir.
  • Müellifin fikirlerinden çok İslam âleminde saygın olan âlimlerin düşünceleri, yazar adı ve kitap ismi, bazen sayfa numarasıyla birlikte verilmekte ve alıntının bittiği yerde buna işaret edilmektedir. *Kullamlan eser sayısı, ciddi bir doktora tezi için başvurulan eser sayısından fazladır denilebilir. Bibliyografyası olmadığından, eseri okurken adı geçen eserlerin altım çizmeye çalıştım; soma saydığımda 160’m üzerinde olduğunu gördüm. Hadis külliyatı bu sayıya dâhil değildir.
  • Eserin sonuna istifadeyi arttıran detaylı bir fihrist de eklenmiştir.

Şeyh SeydaŞeyh Seydâ

İşaret ettiğimiz gibi Şeyh Fahrettin eserini, asıl ismi Muhammed Said olan ancak ‘Şeyh Seydâ’ diye meşhur olmuş mürşidinin fikir ve uygulamalarını savunmak üzere kaleme almıştır. Bu zat hakkında kısa bir bilgi vennek gerek istiyoruz. Şeyh Seydâ 1889 senesinde Cizre’de doğdu. Muhammed Said henüz bir yaşındayken, babası Şeyh Ömer Ez-Zengânî hac yolculuğu sırasında 1890 senesinde Cidde’de vefât etti. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed Said, yedi yaşma kadar konuşmadı ve yürümedi. Yedi yaşından soma yavaş yavaş konuşan Muhammed Said ilim öğremneye başladı. 17 yaşma geldiği zaman ilim tahsilim tamamlayarak ağabeyi Şeyh Sirâcüddîn’den icazet aldı ve müderrisliğe başladı.

Dayısı Şeyh Muhammed NûrîEl-Derşewî’nin sohbetlerinde bulundu. Bir süre soma dayısı onu irşâd için gittiği yerlere beraberinde götürdü. 30 yaşma gelince dayısının kızıyla evlendi. Dayısı Şeyh Muhammed Nûrî ölüm döşeğinde yatarken oğullarını ve halifelerini yanına çağırarak; “artık bundan sonra şeyhiniz Seydâ’dır” dedi ve Muhammed Said Efendiyi yerine vazifelendirdi. Şeyh Seydâ bu sırada 40 yaşında bulunuyordu.

Kendisinden icazet almış, 150’ye yakın talebesi ve 100 kadar halîfesi vardı. Talebeleri ve halifelerinin çoğunu Sûriye, Irak, Arabistan gibi memleketlere gönderdi. Yetiştiği bölgede şeyhlerin yaygın bir geleneği olmamasına rağmen, yedi tane kitap kaleme aldı. (Kitabü AhkâmüT-Emvât, Ed-Dâbıta fir- Râbıta, Et-Te’lif fit-Te’lif, Et-Tasavvuf, Manzumeler, TenbîhüT-Müsterşidîn, El-Mecmeu’s-Sağîr).

Şeyh Seydâ’dan söz eden kişiler şu özellikleri üzerinde adeta ittifak etmişlerdir:

  • Zaman zaman cezbeye kapılırdı,
  • Adeta kemiksiz denecek kadar yumuşak bir vücudu vardı,
  • Yüzüne bakılamayacak heybetliydi,
  • Teheccüd namazlarına devam ederdi,
  • Söz ve davramşlan yapıcı ve yumuşaktı,
  • Cömertliğiyle nam salmıştı,
  • Talebelere sadece ilim öğretmiyor onlan manevî açıdan da eğitiyordu,
  • Çevreden gelen onlarca âma, sakat ve düşkün kişiyi banndınyor ve geçimlerim sağlıyordu, *Kendisini ziyaret eden bir hamalın yük taşımak için yamnda bulundurduğu ipi öpecek kadar mütevazıydi,
  • Kerametleriyle de meşhurdu.

Şeyh Seydâ 1968 senesinde Cizre’de vefat etti ve evinin içine defnedildi.3

Vehhabilik

Zülfikar’ın, özellikle tasavvufî konularda Vehhabilerin yanlış düşüncelerini tashih etmek için yazılmış bir reddiye olduğu yazan tarafından belirtilmektedir. Vehhabilik eş-Şeyhu’n-Necdî lakabıyla bilinen Muhammed b. Abdülvehhab’ın (1703-1787) düşünceleri çevresinde oluşan dinî/siyasî bir harekettir. Onlar kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebim İbn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Vehhabilik adı karşıtlarınca konmuştur. Vehhabilik bir inanç hareketi olarak başlamakla birlikte, kısa zamanda siyasî bir nitelik kazandı. Arap yanmadasında etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Doğduğu ortam, geçirdiği safhalar, dış bağlantılan vb. hususlara değinmek istemiyoruz, zira konumuz o değildir. Ancak temel dinî görüşlerinden satırbaşlarıyla söz etmek gerekir.

Şeyh Fahrettin Arnasi

Ana İlkeleri

Vehhabîliğin ana ilkeleri şu maddelerde toplanabilir:

  • Allah’ın zatı, sıfatı ve fiili aynıdır, ayrı olamaz. Bu tevhittir.
  • Tevhide inanmayanın malı, canı helaldir.
  • Amel imanın içinde gizlidir, amelsiz iman olamaz.
  • Ameli yerine getinneyenin kestiği yemnez ve ona karşı cihat edilir.
  • Ayetleri yorumlamak küfürdür. Hüküm zahire göredir.
  • Allah’a aracısız ibadet şarttır. Mürşid, şevli, veli vb. aracılar edinmek küfürdür.
  • Kur’an ve Hadis’te açıkça var olandan başka her şey bid’attir.
  • Mezar ve türbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek küfürdür.
  • Allah’tan başka kimseden yardım beklemek küfürdür.
  • Namazı cemaatle kılmak şarttır. Namaza gelmeyen cezalandırılır.
  • Sigara, nargile ve kahve içene kırk değnek vurulur.
  • Vakıf batıldır. Zira bu yolla servet kaçırılmaktadır.
  • Muska, teşbih, zikir batıldır.
  • El öpmek, boyun kırmak, evliya kabri ve sakalı şerif ziyareti, mevlit ve kaside okumak, çalgı dinlemek şirktir, vs.

Fazla detaya girmeden sıraladığımız görüşlerin gerçek hayata yansımalarını Hac veya Umre ibadeti için Mekke-Medine’ye giden hemen her kes müşahede etmektedir. Elbette Suudi vatandaşlarının veya ilim adamlarının tamamının bu görüşte olduklanm söylemek istemiyoruz. Bunlar tavizsiz bir Vehhabinin düşünceleridir.

Bu düşünceye götüren anlayışın dayanaklarını da yine maddeler halinde vennek istiyoruz: Bu anlayış,

  • Katı,
  • Yüzeysel,
  • Şiddete zemin hazırlayan,
  • İnsan unsurunu ve kazanımlannı hiçe sayan,
  • Değişen zamana göre bazı hükümlerin değişebileceğini görmezlikten gelen,
  • Asra göre bazı yeni yorumların olabileceğini kabul etmeyen,
  • İslam tarihi boyunca gelişen hukuk ve medeniyeti gönnezlikten gelen,
  • Özellikle hukuk metodolojisinden uzak,
  • İslam âlimlerini dinlemeyip cephe alan,
  • Şeriat ve cihad kavramlarını dar anlamda kullanan,
  • Nasslara (Kur’an ve Sünnet) bütüncül bakmayan,
  • Fertlerin kendi başlarına haksızlıklara karşı koyma düşüncesini körükleyen,
  • Tedricilik prensibine uymayan,
  • Diyalog ve taviz kavramlarını yanlış yorumlayan,
  • Seçim ve yönetim sistemi konusunda yanlış yorumlar yapan bir anlayıştır.

Bu anlayışın günümüz dünyasında, hatta yakın çevremizde ne türlü tahribatlara sebep olduğunu anlatmaya gerek olmadığı kanaatindeyiz. En çok cephe aldığı şey ise maalesef tasavvuf! hayat ve tasavvuf! düşüncedir.

Bilindiği gibi tasavvuf, İslam! hayatın ve kültürümüzün aynlmaz bir parçasıdır. Ortaya çıkışından bu yana daima ilgi odağı olmuştur. Bu gün de, gerek düşünce sistemi olarak gerekse hayat tarzı ve eğitim metodu olarak, hem ilgi çekmekte hem de çeşitli tartışmalara konu edilmektedir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, tasavvufu tenkit edenler, bir kısmını tasavvuf dilinin de tartıştığı sayılı birkaç konuya odaklanmakta ve buradan yola çıkarak bütün tasavvufu mahkûm etmek istemektedirler. Bu konuların başında tevessül, rabıta, şefaat, teberrük, vahdet-i vücûd, ricalu’l-gayb vb. meseleler gelmektedir. Şeyh Fahrettin Hazretleri de eserinde ağırlıklı olarak bu konulara cevap vennektedir. Şimdi de bu konuların bir ikisine temas etmek istiyoruz.

Şeyh Fahrettin Arnasi

Görüşlerinden Misaller

Misallere geçmeden önce şunu hemen vurgulamak isteriz ki. Şeyh Fahrettin incelediği konulara, ifrat ve tefrite düşmeden Kur’an ve sahih sünnetin rehberliğinde ve medrese hayatı boyunca edindiği geniş İslâmî kültürün vermiş olduğu kuşatıcı bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Zira her birisi hakkında kitap yazacak kadar tefsir, hadis, fıkıh, kelam, mantık ve alet ilimlerine vakıftır. Dolayısıyla neyin İslam’ın ruhuna, naslansa ve geçmiş büyük âlimlerin anlayış ve içtihatlarına aykın olduğunu gayet iyi bilmektedir. Yüzlerle ifade edilebilecek tasavvuf! esere müracaat etmesinin yanında ‘şeyh’ unvanını alacak kadar da tasavvufun amelî yanına vakıftır. Medrese tahsilini tamamladıktan soma tasavvuf! hayatla irtibata geçmesi görüşlerindeki isabet adına bir avantaj olarak kabul edilmelidir. Yani ‘zülcenaheyn’ (iki kanatlı) bir şahsiyetin görüşlerim konu edimnekteyiz. Mürşidi olan Şeyh Şeyda da önce medrese tahsilini tamamlamış ve sonra tasavvufa intisab etmişti.

Eserde, tasavvufun tenkit edilen hemen bütün konularına değinilmekte ve muknî cevaplar verilmektedir. Biz bir iki misalle yetinnek istiyoruz:

Tevessül

Kelime olarak tevessül, birini veya bir şeyi vesile ve aracı yapmak demektir. Meselâ çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız bir tevessüldür. Manevî açıdan inşam, yaratılışındaki esas gaye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vasıta bir vesiledir. Allah’a yaklaşmak için bu vesilelere sarılmaya da tevessül denilmiştir. Istılah! anlamda ve daha hususî manada ise, duanın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esma-i hüsnâ, Kur’ân-ı Kerim, salih ameller, peygamberler ve salih zatlar vesile kılınarak Allah’tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O’na dua ve ilticada bulumnak demektir.

Maide Sûresi nin 35. ayet-i kerimesinde: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesile (sebep) arayın!..” buyurulmaktadır. Burada ‘vesile’ kelimesi, mutlak olarak, yani hiçbir sınırlama olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allah’ a yaklaşmak için aramnası gereken vesileden maksat, namaz, oruç; geniş anlamıyla cihâd ve benzeri salih amellerdir.

Tevessül konusundaki tenkitler, tevessülün sözcük anlamını ön plana çıkarmaktan ve tevessülün gerçek mahiyetim göz ardı etmekten kaynaklanmaktadır. Esasen, yardım edecek olan yalmz Allah Teâlâ’dır. Bu hakikati bütün müminler böylece kabul ederler. O’na yapılan dualarda vesilelere tevessül etmeyi, sanki Allah’tan başkasından yardım talep etmek şeklinde telakki etmek, yanlış bir yorumdur.

Bazı müminlerin -hiçbir şirk ve küfür kastı taşımaksızın- Allah’a yakınlaşma arzusuyla yaptıkları halisane dualarında, sahillerin manevî yardımlarım uımnalan, onlannyâd edilmesiyle inmesi ümit edilen rahmetten bir teberrük mahiyeti taşır. Bu, feyiz ve bereketin hâsıl olması içindir. Her şey, ancak ve ancak Allah’ın dilemesiyle olur. Kendisi vesilesiyle istigâse edilen zat, fail değildir ve hakikatte yardım eden sadece Allah’tır. Bazı kimselerin, sahillerin gıyaplarında veya kabirlerim ziyaret esnasında; “Ey filân zat! Bana şifa ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulumnalan yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım teviller yapılabilirse de, gayet hassas olan tevhid akidesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri calıilane lıareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinatın sevk ve idaresinde, Allah’tan gayrisinin mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibaım veren bu nevi ifadeleri anmak yanlıştır.[1]

Müellifimiz de eserinin uzunca bir kısmını tevessül, şefaat, istigase vb. konulara ayırarak ayet ve hadislerden deliller getirmekte ve evvelki âlimlerin açıklamalannı da aktarmaktadır. Görüşlerim kısaca şöyle özetlemek mümkündür:

Tevessülü tenkit edenlerin delil olarak zikrettikler ayetlerin hemen tamamı müşrikler hakkında nazil olmuşlardır. Aslında diğer birçok konuda da Vehhabiler ve o çizgide yürüyen kimseler aym metodu uygulamakta ve konulan kanştırarak saptınnaktadırlar. Mesela Hz. Peygamber (sas)’e, âlimlere ve mürşitlere saygı duymayı müşriklerin putlanna gösterdikleri saygıya benzetmektedirler!!). Zaten Hariciler de Hz. Ali’ye karşı aym metodu uygulamışlardı.[2]

Bütün mü’minler Allah’ın dışında bir yaratıcı, dua kabul edici, yardım edici, fayda veya zarar verici kimsenin olmadığına inanmaktadırlar, ister hayatta olsun ister vefat etmiş olsun... Ama aym zamanda insanlann Allah katında aym derecede olmadıklannı dolayısıyla bazı insanlann dualanmn diğerlerine nazaran daha çok kabule karin olduğunu da bilmektedirler. İşte tevessül bu tip kişilerin kendileri için Allah’a dua etmelerim istemek veya dualanm onlann dualan içinde Allah’a arz etmek anlamındadır.[3] Sahabe ve onlardan soma gelenlerin uygulama ve inancı da bu şekildeydi. Burada şirke düşmemek için ölülerden değil de sağlardan medet mnulabileceğini söyleyen Vehhabilerin nasıl kendilerinin yanlışa girdiklerim de görmek gerek.

Şeyh Fahrettin Hazretleri tevessül, şefaat, istigase, vasıta, teveccüh ve istimdat kelimelerinin aym anlama geldiğine de işaret etmektedir. Hepsinin anlamı sadece Allah’ın dostlarıyla teberrüktür.[4] Bazı kişilerin türbe ziyaretlerinde veya başka zamanlarda yaptıklan dualarında bazı kişilerden sanki gerçek tesir sahibi imişler gibi bir şeyler istemeleri ise yanlıştır, ancak bunlara bakarak herkes aym kefeye konamaz.[5] Sahabeler Efendimiz’in huzurunda tevessül anlamına gelen birçok uygulama yapımş ve dualar etmişlerdir. Bu durum vefatından soma da devam etmiştir.[6]

Bu konulan tenkit edenlerin hatalanın enbüyüğü ise, ufak biryanlışa bile küfür damgasını vurmalarıdır. Oysa bir kişiye kâfir diyebilmek için o kişi ya gerçekten kâfir olmalı ya da söyleyen kâfir olur. Tevessül konusunda ayet, hadis ve sahabe uygulaması bulumnakta, İslam âlimleri arasında güvenilir birçok kişi bu konuda olumlu görüş beyan etmekte ve kabul etmektedir. Öyle ise buna küfür demek ciddi bir hatadır veya küfürdür.[7]

  • Hz. Peygamber (sas) ile tevessülün ise özel bir yeri vardır. Zira,
  • Henüz yaratılmadan önce Hz. Âdem cennette, onunla tevessül etti,
  • Hayatında arkadaş ve dostlan olan sahabe onunla tevessülde bulundu,
  • Vefatından soma ümmeti onunla tevessülde bulumnakta ve
  • Kıyamette haşir meydanında bütün insanlar onunla tevessül edecek ve şefaatim dileyecekler. [8]

Şeyh Fahrettin Arnasi

Rabıta

Kelime olarak iki şeyi birbirine bağlayan ip, bağ, münasebet, ilgi ve mensubiyet gibi anlamlara gelen rabıta, terim olarak şöyle tarif edilmiştir: Kâmil bir şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhin sureti, sîreti ve bilhassa rûhaniyetini hayalde kendisi ile birlikte muhafaza ederek, yamnda bulunduğu zamanki edebe bürünmek[9] ve rûhaniyetinden istimdad[10] dilemek[11] demektir.

Rabıtamn yorumu ise şöyle yapılmaktadır: “Bir yönüyle rabıtada sanki Allah ile insan arasına bir başka insan komnuş gibi oluyor, fakat gerçekte öyle değildir. Belki bir yerde emekleyen bir insanın, beri tarafta küheylan gibi şahlanmış veya tavus kuşu gibi göklere pervaz etmiş birinin arkasına takılması ve maksada gitme ameliyesini hızlandırması demektir. Dolayısıyla bir insan, Allah ile aramıza girmiyor, belki biz, haddimizi bilmişlik içine giriyor, aczimizi ve fakrımızı idrak ediyoruz. Bir yönüyle diyoruz ki, “nefis cümleden ednâ, Allah’ım, senden bir şey isteyecek durumda değiliz, fakat şu el açmış sana yalvaran kişi inanıp güvendiğimiz bir kimsedir, onun el kaldırmalarının gölgesinde biz de elimizi kaldırıyoruz. Bizi bu durama iten bizim aczimiz ve faknmızla onun hakkındaki hüsnü zannumzdır...”[12]

Bazı müellifler, rabıtamn somadan ortaya çıktığım açıkça ifade etmektedirler. Mesela İbrahim Hilmi şöyle diyor: “... Zamanla toplum bozulduğu ve kişilerin kalpleri gereksiz şeylerle meşgul olduğu için tarikat ehli bunun yerine müritlerin kalplerim Cenab-ı Hakka bağlamak maksadıyla kâmil şeyhlere rabıta etmeyi bir usul olarak benimsediler.”[13]

Diğer taraftan rabıtamn belli bir süreyle sınırlı olduğu da ifade edilerek şöyle denilmektedir: “Mürid şeyhine rabıta yapmakla gerçekte Allah’a ulaşmak istemektedir. Çünkü ona Allah’ı tamtan ve sevdiren odur. Seyr u sülûkünü tamamlayan kişi, mürşidine olan saygısı devam etmekle beraber, artık ona rabıta yapmaz. Yani, “vasıtasız olarak Allah’tan istifaza ve istifadeye muktedir olmadığı zaman rabıtaya muhtaçtır. Aksi hâlde rabıtayı terk etmek vaciptir. Zira manevî yolculukta terakki değil tedenni başlamış olur.”[14] Bu dereceye gelmiş birinin şeyhte rabıtaya ısranm şirk sayanlar da var.[15]

Yapılan bu izahlann yam sıra rabıtamn birçok tarikat arasında özellikle Nakşibendî tarikatınca daha fazla önemsenmesi de gösteriyor ki, söz konusu uygulama ictihadîdir, sürelidir, bir eğitim tekniğidir ve bir araçtır. Nitekim rabıta konusunda en geniş malumat veren müellif şeyhlerin ilklerinden sayılan Hâlid-i Bağdadî, “Bu arada unutulmamalıdır ki, maksad Yüce Mevla’ya ulaşmaktır, rabıta ise seyr ilellaha vesile olmaktan başka bir şey değildir”[16] demektedir.

Durum böyle olunca, rabıtamn başlı başına bir ibadet olduğu iddia edilmeden, tarikat dilinin, gerek tecrübe gerekse başka yöntemlerle geliştirip ortaya koyduğu veya fıtrî olan bir eğitim tekniği olarak kabul edilip gayesine uygun ve dilince çizilen çerçevesi aşılmamak şartıyla uygulanması, dine aykın görülmemiştir.

Bir noktaya daha işaret etmeliyiz: Kendisine rabıta edilecek mürşidde bulumnası gereken şartlar ve ulaşımş olması ön görülen makama bakılınca, rabıta edilecek kişilerin çok az bulunabileceği ve bu şahsı tesbit etmenin de belli bir seviye gerektirdiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, ‘ben şeyhim’ diyen her kişiye rabıta yapılması, istenen gayeye ulaştırmayacağı gibi, hem dinî hem de psikolojik ciddi problemler de meydana getirebilir.

Kısaca izah etmeye çalıştığımız rabıtayı Müellifimiz de ay m çerçevede incelemekte; ayet, hadis ve ulemanın görüşleriyle desteklemekte ve özetle şöyle demektedir: “Rabıta şeyh ile mürid arasında bir sevgi bağıdır ve kalp beraberliğidir, eşler veya çocuklarla anne-baba arasındaki bağ gibi... Rabıta sadece Nakşîlerde değil farklı uygulamaları olsa da diğer tarikat dilinde de mevcuttur. Efendimiz döneminde olmayan yeni bir kavramdır, ancak diğer birçok fklıî ve kelamı ıstılah da yemdir. Âlimler rabıtayı üç anlamda ele alırlar: a. Şeyhe kâmil manada tam bir bağlılık ve irtibat, b. Şeylıin özelliklerim hayalde canlı tutmak, c. Şeylıin suretim onu görüyor gibi hayal etmek... İlk iki anlamda lıiçbir tartışma bulunmamaktadır ancak üçüncü şekil yemdir ve bid’at denecekse bile bid’ay-ı hasenedir. Rabıta geçicidir ve mübtediler içindir, müntehiler bundan müstağnidir. Rabıtamn gayesi gafletin dağıtılmasıdır ki önemsenmeyecek bir konu değildir. Meyvesi ise kibir, uçup, haset, gıybet vb. kötü sıfatların yok edilmesidir.”[17]

Bid’at ve Çeşitleri

Kelime olarak bidat, önce bulunmayan veya bir örneği önceleri görülmeyen ve yeni ortaya çıkarılan fiil veya şeydir. Bu anlamda Kur’an’da da geçmektedir. (Bak: Bakara, 2/117; Alıkaf, 46/9) “Falan bir bidat çıkardı ” sözü “yeni bir şey ortaya çıkardı, ilk defa o bu işi başlattı, dolayısıyla bu yeni bir iştir ” anlamına gelir.

Kısacası kelime olarak bidat, düşünce, fiil, özellik ve eşya türünden, daha önce bir benzeri olmayıp sonradan ortaya çıkan her şeyi kapsar. Bu anlamda bidat, dinle (iman ve ibadet, günah ve sevap) de sınırlı değildir.

Dinî literatürde kullanılan bidat kelimesi ise bir terimdir ve sınırlı bir anlam taşımaktadır. Âlimler tarafından yapılan bidat tariflerinden en kapsamlı ve anlaşılır olammn şu olduğu kanaatindeyiz: Hz. Peygamber (sas) ve ashabı zamanında olmayıp, kavli, fiilî ve takriri sünnetten herhangi biriyle ona işaret olumnayan ve hakkında âsâr ve sahabe sözü dalıi bulumnayan; (buna rağmen şerî imiş gibi görünen ve onunla Allah’a daha çok ibadet etme kastedilen) şeye/uygulamaya bidat denir.

Bu ve benzeri diğer tariflerden bid’atın şu özellikleri olduğu ortaya çıkmaktadır:

  • Somadan ortaya çıkarılmış olmalı,
  • Şer’î bir delile dayanmamak,
  • İbadet kastıyla yapılmalı,
  • Şerî imiş gibi görünmeli ve
  • Genelleşme istidadı göstermelidir.

Bid’atın Çeşitler

Bid’atın, biri sözlük anlamıyla, dolayısıyla her yeniyi kapsayan, diğeri de terim anlamıyla, yani efradım câmi ağyarım mani, iki tarifi yapılmıştır. Birinci tarifi yapanlar daha soma bid’atı ikiye ayırarak, bir kısmına bid’ay-ı hasene diğer kısmına ise bid’ay-ı seyyie adım vennek zorunda kalmışlardır. Böylece İkincilerin bid’at dediği şeye onlar bid’ay-ı seyyie diyerek aym şeyi ifade etmiş oldular.

Bid’ay-ı Hasene Bid’ay-ı Seyyie

Bid’atı hasene ve seyyie olarak ikiye ayıran âlimlerin ilki, İmam Şafii (204/819)’dir. Hannele b. Yahya İmam Şafii’den şunu nakleder: “Bid’at iki kısımdır: Övülen (mahmûd) ve yerilen (mezmûm). Sünnete uygun olana övülen, sünnete muhalif olana ise yerilen bid’at denir.” Beyhakî, İmam Şafii’nin bu sözünü şöyle izah eder: “Yerilen (kötü/seyyie) bid’atın dinde dayanacağı bir aslı yoktur. Şer’î ıstılahta buna mutlak bid’at denir. Övülen (hasene/güzel) bid’at ise sünnete uygundur. Yani sünnetten dayanacağı bir delil vardır. Bu şer’î manasıyla değil, sözlük manasıyla bid’attır. İmam Şafii’den şöyle bir söz de nakledilmiştir: “Sonradan ortaya çıkan (muhdesat) şeyler iki çeşittir. Bir kısım, kitap, sünnet, eser veya icma’dan birine muhaliftir ki, bu dalâlet olan bid’attır. Hayır/iyilik olarak ortaya çıkarılan yenilikler ise, ihtilafsız bir şekilde, [iyidirler], tenkit edilemezler.”21

Bid’atı kısımlara ayıranların tarifleri topluca değerlendirilirse, bid’at-ı hasene, aslı dinde olup, faslı [ayrıntıları] formüle edilmeyen; bid’at-ı seyyie ise, hem aslı hem de faslı dinde olmayan hususlar olduğu anlaşılır.

Bid’at Bir Bütündür

Bid’atın hasenesinin olmayacağım; “Her bid’at dalâlettir ..” hadisine dayanarak bid’atın bir bütün olduğunu savunan alimler de bulunmaktadır. İmam Birgivî görüşünü şöyle açıklar: “Bid’at kelimesi genel bir kelime olduğu için, aslında red edilmeyen adet [mubah] cinsi yenilikleri de kapsamına alır. Değilse, şer’î ıstılah olarak bid’atın hasenesi yoktur. İbadet cinsinden, bid’ay-ı hasene demlen hususlar araştırılsa, hepsinin, işaret veya delâlet yoluyla şari’ tarafından serbest bırakılan cinsten oldukları görülür. İbadetlerdeki bid’at, sünen-i hüdanın karşıtıdır. Adetlerdeki yemlikler ise, sünen-ı zaidenin karşıtıdır. İnançtaki bid’atlann karşıtı da elfl-i sünnet ve’l-cemaatın inanç bazındaki fikirleridir. “22

Bu izahlardan yola çıkarak diyoruz ki: Bid’at kavramı ilk duyulduğunda, kötü, yanlış, aslı olmayan, günah olan vb. anlamlan çağnştınr. Hem halk arasında hem âlimler arsında bid’at denildi mi kötü/ yanlış akla gelir. Onun için ayınma kail olanlar, ikide bir “bu seyyiedir, bu hasenedir” şeklinde açıklama yapma ihtiyacım hissederler. Kavram kargaşasımn had safhaya ulaştığı günümüzde, yeni bir kanşıklığa meydan vennemek için, bid’at kelimesini terim anlamı kapsamına giren hususlar için kullamnak en uygun davramş olmalıdır, kanaatindeyiz.

Hele dinin ilerlemeye, yeni gelişmelere, ilme, tekniğe, medeniyete engel olduğu düşüncesinin her tarafta kasıtlı bir şekilde konuşulup tartışıldığı bir dönemde, adeta bu düşüncenin ekmeğine yağ sürercesine, her yeniliğe bid’at damgasını vurmak yanlıştır ve bu yanlışlığı, bid’atı ikiye ayırarak ortadan kaldırmak da mümkün değildir. Çünkü art niyetle meseleye yaklaşan düşünce, sizin bu izahınızı görmezlikten gelecektir. Öyle ise, bir yanlışlıktan yola çıkıp, daha büyük yanlışlıklara meydan verilmemelidir.

Müellifimiz de, halk arasında yaygın olan mevlid, zikir, nafile ibadetler, mübarek gün ve geceler, teravih namazının cemaatle kılınması vb. konulan açıklarken, bunlara bid’at diyen tenkitçilere cevap sadedinde bid’atı açıklamaktadır. Ona göre bid’at beş kısma aynlmaktadır: Vacip, haram, mendup, mekruh, mubah. Sırasıyla bunlan zikreder ve her birisine örnekler verir. Neticede, yukanda sayılan konulann bazılanmn ayet ve hadislerde dayanaklanmn olduğunu, diğer bir kısmının kıyas vb. yollarda dine dayandıklanm dolayısıyla mezmüm bid’at sayılamayacaklannı belirtir.[18]

Netice

Batmanın yetiştirdiği Muasır âlim ve müelliflerden olan Şeyh Molla Fahrettin, diğer ilimlerde olduğu gibi İslam kültürünün önemli bir unsura olan tasavvuf konusunda da ifrat ve tefritten uzak, kitap ve sünnete dayalı, toplumu kucaklayıcı fikir ve uygulamalara sahip önemli bir şahsiyettir. Onun kendinden önce geçen meşhur mürşit ve âlimlerden de nakiller yaprak ortaya koyduğu tasavvuf! anlayışa toplmnun ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Müstakim ve meşru olamn olmadığı yerde, çevremizde acı tablolarım gördüğümüz meşru olmayan ve hem dinimizin hem de ülkemizin imajım lekeleyen düşünce ve uygulamalar alacaktır. Zira tabiat boşluk kabul etmez. Öyle ise toplumsal huzurumuz ve ruh sağlığımız için kendi değerlerimizi yemden keşfetmeli ve onlarla barışmalıyız. Şeyh Fahrettin gibi manevî dinamiklere toplumun ciddi ihtiyacı bulunduğu kanaatindeyim.

Bu tür ifadelerin kullanılabileceğini söyleyenler, bu sözlerin belagat ilmindeki “mecâz-i aklî” nevinden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mecâz-i aklî, fiilin gerçek fâil ve müessirine değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnâd edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre meselâ, “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.” (ez-Zilzâl, 99/2) ayetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu hâlde, fiil hakiki faile değil, fiilin mekânına isnâd edilmiş, ancak Allah murâd edilmiştir. İşte bazı âlimler de kendisiyle istigâse edilen zatın hakiki fail değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve O’ndan yardım istediklerini söylemektedirler. Aksi durumun açık bir şirk olduğunu onlar da kabul etmektedirler. Bu konuda Muhammed Ebû Zehrâ şöyle demektedir: “Avamın ve cahil Müslümanların sözleri, en yakın olanıyla tevil edilir... Onları Hz. Peygamber (sas)’in kabrini ziyaretten engellemek değil, irşad etmek güzel olur. Onlar tekfir veya şirke nisbet etmek değil, anlatmak ve öğretmek uygun olur. Şüphesiz Allah Teâlâ tevhidi kıyamete kadar muhafaza edecektir. Hz. Peygamber (sas) âhir ömründe, şeytanın bu beldede kendisine ibadet edilmesinden ümidini kestiğini bildirerek müminleri müjdelemiştir. O hâlde, artık îbn Teymiyye de tevhidden endişe etmemelidir.” (Ebû Zehrâ, îbnü Teymiyye, s. 326). Bak: Zülfikar, 107-108.

Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE
Yüzüncü Yıl Üniversitesi ilahiyat Fakültesi - VAN

----------------------------------

*Bu tür ifadelerin kullanılabileceğini söyleyenler, bu sözlerin belagat ilmindeki “mecâz-i aklî” nevinden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mecâz-i aklî, fiilin gerçek fâil ve müessirine değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnâd edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre meselâ, “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.” (ez-Zilzâl, 99/2) ayetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu hâlde, fiil hakiki faile değil, fiilin mekânına isnâd edilmiş, ancak Allah murâd edilmiştir. İşte bazı âlimler de kendisiyle istigâse edilen zatın hakiki fail değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve O’ndan yardım istediklerini söylemektedirler. Aksi durumun açık bir şirk olduğunu onlar da kabul etmektedirler. Bu konuda Muhammed Ebû Zehrâ şöyle demektedir: “Avamın ve cahil Müslümanların sözleri, en yakın olanıyla tevil edilir... Onları Hz. Peygamber (sas)’in kabrini ziyaretten engellemek değil, irşad etmek güzel olur. Onlar tekfir veya şirke nisbet etmek değil, anlatmak ve öğretmek uygun olur. Şüphesiz Allah Teâlâ tevhidi kıyamete kadar muhafaza edecektir. Hz. Peygamber (sas) âhir ömründe, şeytanın bu beldede kendisine ibadet edilmesinden ümidini kestiğini bildirerek müminleri müjdelemiştir. O hâlde, artık îbn Teymiyye de tevhidden endişe etmemelidir.” (Ebû Zehrâ, îbnü Teymiyye, s. 326). Bak: Zülfikar, 107-108.

[1] Zülfıkar, 3.

[2] Zülfikar, 86.

[3] Zülfikar, 125.

[4] Zülfikar, 93.

[5] Zülfikar, 94.

[6] Zülfikar, 104.

[7] Zülfikar, 107.

[8] Zülfıkar, 138.

[9] Gümiişhanevî, Câmi iıl-Usûl, 166; Mevlana Hâlid, Rabıta Risâlesi, (Reşahat Kenarında), 238.

[10] İstimdâd: Arapça yardım dilemek demektir. Müridin başı dara girince, “Meded ya şeyh!" diye samimi bir şekilde şeyhinden yardım ister. Şayet Allah dilerse bu yardım isteğini maneviyat üstadına duyurur. Bu muhterem zat, yardım etmesi için Allah'a elini açar, dua eder. Allah da şeyhin duasını kabul ederse o kula yardım eder. Yani darda kalmaktan kurtaran Allah'tır. Şeyh kurtardı diyen şirke düşer. Şeyh, sadece dua ile darda kalanın yardımına koşan bir kuldur. Dua yoluyla yardım talebinde bulunmak ise meşrudur. Müridi böyle bir işe sevk eden saik ise, şeyhine olan hüsnü zamlıdır.

[11] Mevlana Hâlid, age., 38.

[12] F. Gülen, Rabıta ve Tevessül (Heyet, LTmran yay. İst. 1994.) adlı esere alman bir sohbetinden, 379.

[13] İbrahim Hilmi. Medancu 'l-llakıka jl 'r-Rahıia. 18. İskenderiye, 1962.

[14] A. Arvasî, Rabıta, 2.

[15] H. K. Yılmaz, el-Lumaİslam Tasavvufu, (soru ve cevaplar kısım), 504.

[16] İbrahim Hilmi.Medaric. 36.

Zülfıkar, 384-390.

Geniş bilgi ve misaller için bak: Zülfikar, 380-385.

Yorumlar (0)
15
açık
Namaz Vakti 27 Nisan 2024
İmsak 04:25
Güneş 06:02
Öğle 13:07
İkindi 16:55
Akşam 20:02
Yatsı 21:32
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 34 93
2. Fenerbahçe 33 86
3. Trabzonspor 33 55
4. Beşiktaş 33 51
5. Başakşehir 33 49
6. Rizespor 33 48
7. Kasımpasa 33 46
8. Antalyaspor 33 45
9. Alanyaspor 33 45
10. Sivasspor 33 45
11. A.Demirspor 34 41
12. Samsunspor 33 39
13. Ankaragücü 33 37
14. Kayserispor 33 37
15. Konyaspor 33 36
16. Gaziantep FK 33 34
17. Hatayspor 33 33
18. Karagümrük 33 33
19. Pendikspor 33 30
20. İstanbulspor 33 16
Takımlar O P
1. Eyüpspor 31 69
2. Göztepe 31 63
3. Ahlatçı Çorum FK 31 55
4. Sakaryaspor 31 54
5. Bodrumspor 31 52
6. Kocaelispor 31 52
7. Bandırmaspor 31 47
8. Boluspor 31 47
9. Gençlerbirliği 31 47
10. Erzurumspor 31 42
11. Ümraniye 31 37
12. Manisa FK 31 36
13. Keçiörengücü 31 36
14. Şanlıurfaspor 31 34
15. Tuzlaspor 31 33
16. Adanaspor 31 32
17. Altay 31 15
18. Giresunspor 31 7
Takımlar O P
1. Arsenal 34 77
2. M.City 33 76
3. Liverpool 34 74
4. Aston Villa 34 66
5. Tottenham 32 60
6. M. United 33 53
7. Newcastle 33 50
8. West Ham United 34 48
9. Chelsea 32 47
10. Bournemouth 34 45
11. Brighton 33 44
12. Wolves 34 43
13. Fulham 34 42
14. Crystal Palace 34 39
15. Brentford 34 35
16. Everton 34 33
17. Nottingham Forest 34 26
18. Luton Town 34 25
19. Burnley 34 23
20. Sheffield United 34 16
Takımlar O P
1. Real Madrid 33 84
2. Barcelona 32 70
3. Girona 32 68
4. Atletico Madrid 32 61
5. Athletic Bilbao 32 58
6. Real Sociedad 33 51
7. Real Betis 32 48
8. Valencia 32 47
9. Villarreal 32 42
10. Getafe 32 40
11. Osasuna 32 39
12. Sevilla 32 37
13. Las Palmas 32 38
14. Deportivo Alaves 32 35
15. Rayo Vallecano 32 34
16. Mallorca 32 31
17. Celta Vigo 32 31
18. Cadiz 32 25
19. Granada 32 18
20. Almeria 32 14
Günün Karikatürü Tümü